Hocaefendi devam ediyor: “Kimse, benim bu perişan sözlerimle Kur’an’a medhiye düzdüğüm vehmine kapılmamalıdır.
Evvela, ben kim oluyorum ki, O’nu medhedeyim: ‘Onu vasfederse vasfeder Hazret-i Vassâf: / Dün ve bugün melekûtta ruhâniler saf saf. / Bir ta’zim ederler ki, O’nu, sanırsın tavaf.’ O’ndaki bu harika mazhariyetleri mücerred söz cevherleri açısından göremeyenler olabilir; ancak vicdanlarını kullananların, hiçbir zaman yanılmadıkları da açıktır. Hele bir de şimdiye kadar O’nun cihan çapındaki o müthiş tesirine bakabilmişlerse…
“Evet Kur’an, yeryüzünü şereflendirdiği o ilk dönemde, hem ruhlarda, hem akıllarda, hem gönüllerde tasavvuru imkânsız öyle bir tesir icra etmiştir ki, O’nun o ışıktan atmosferinde yeniden hayata uyanan nesillerin mükemmeliyeti, O’nun hakkında başka mucizeye ihtiyaç bırakmayacak ölçüde bir harikalar ve bu insanların, dinleri, diyanetleri, düşünce ufukları, ahlâkları, kulluk esrarına vukufları ve marifetleri açısından benzerlerini göstermek de mümkün değildir. doğrusu Kur’an, o çağda, SAHABE ünvanıyla öyle bir nesil yetiştirmiştir ki, ‘Bu nesil meleklerle eş değerdedir, dense mübalağa edilmiş sayılmaz. Aslında O, bugün bile, yürekten Kendine yönelenlerin gönüllerini aydınlatmakta ve O’nu ruhunu açabilenlere varlığın en mahrem sırlarını fısıldamaktadır. Öyle ki, kalb, şuur, his ve idrakleriyle O’nun atmosferine girenlerin birden bire duyguları, düşünceleri değişmekte ve herkes belli bir ölçüde de olsa, kendini bir farklı âlemde hissetmektedir… Evet, insan O’na bir kere yürekten yönelebilse, bir daha da tesirinden kurtulamaz. Kur’an, atmosferine çekebildiği talebesini öyle yumuşatır, öyle inceltir, öyle yoğurur ve şekillendirir ki, insan kendi kendine bir şey olacaksa, ancak bunun sayesinde olur; hatta çok defa, olmazlar bile O’nun gölgesinde tabiî bir oluşum sürecine girer, girer ve herkesi dehşete sevk eder. Kur’an: ‘Eğer dağlar yürütülecek olsaydı bu Kur’an ile yürütülürdü, yeryüzü paramparça olup ve ölüler konuşturulabilseydi, o da yine bu Kur’an’la olurdu.’ (Ra’d Suresi, 13/31) der, der zira O, kalblerde, şuurlarda, hislerde, akıllarda öyle bir tesir icra etmiştir ki, O’nun bu müessiriyeti, dağları yürütmekten, yerküreyi paramparça etmekten, ölüleri konuşturmaktan ve nice bin seneden beri çürümüş cesetlere can vermekten daha geri değildir.”
Bediüzzaman Hazretleri de diyor ki: “Kur’an’ın beyanları o kadar harikadır, o derece letâfetli ve selâsetlidir (akıcı, anlaşılır açıklıktadır); en basit avam halktan birisi, en derin bir hakikatı O’nun beyanından kolayca anlar. Evet, mucizeli beyan Kur’an, anlaşılması zor çok hakikatları, nazar-ı umuminin, geniş kitlelerin anlayışını okşayacak, umumun duygusunu rencide etmeyecek, avam halkın düşüncesini rahatsız edip yormayacak bir surette basitçe ve açıkça söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça tabirler kullanılır; öyle de ‘insanların akıllarına göre İlahî tenezzüller yani Cenab-ı Hakkın, kullarının anlayış seviyelerine göre konuşması’ denilen ‘Konuşanın üslubunda fakat dinleyen muhatabın derecesine göre sözü ile nüzul edip konuşan Kur’an’î üslublar en mütebahhir (deniz gibi engin ilim sahibi) bilgilerin fikirleriyle yetişemediği anlaşılması zor, derin ilahi hakikatları ve Rabbanî sırları müteşâbihat (bir takım teşbih ve benzetmeler) suretin de bir kısım teşbihat ve temsilat ile en ümmî (okumasız-yazmasız avamdan) bir âmiye, sıradan birisine anlatır. Mesela “Rahman (Cenab-ı Hak) Arşına istiva etti (Tahtında kurulup kainata hükümranlıkta bulundu.” (Tâhâ Suresi, 20/5) âyeti bir temsille Rabbül âlemin Cenab-ı Hakkın rubûbiyetini, saltanat misalinde ve âlemin tedbir ve idaresindeki rubûbiyet mertebesini, bir Sultanın saltanat tahtında durup hüküm icrâ etmesi gibi bir misalde gösteriyor.
“Evet, Kur’an, bu kainat Hâlık-ı Zülcelâlinin kelamı olarak Rubûbiyetinin en azametli mertebesinden çıkarak, umum mertebeler üstüne geçerek, o mertebelere çıkanları irşad ederek, yetmiş bin perdelerden geçerek, o perdelere bakıp tenvir ederek, anlayış ve zeka bakımından muhtelif binler tabaka muhataplarına feyzini dağıtıp nurunu neşrederek kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, çağlar üzerinde yaşamış ve bu kadar cömert ve bolca mânâlarını ortaya saçmış olduğu halde, gençliğinden tazeliğinden zerre kadar hiçbir şey kaybetmeden gayet taravetle, nihayet letâfette kalarak, gayet kolay bir tarzda, sehl-i mümteni (görünüşte kolay görünen fakat söylenmesi imkansız edebî bir sanat) suretinde, avam halktan herkese anlayışlı ders verdiği gibi; aynı derste, aynı sözlerle anlayışları muhtelif, dereceleri çok farklı pek çok tabakalara da ders verip ikna eden, doyuran mucizeler gösteren bir Kitabın hangi tarafına dikkat edilse, elbette bir mucizelik parıltısı görülebilir.
“Elhâsıl: Nasıl ‘Elhamdülillah’ gibi bir Kur’an lâfzı okunduğu zaman, dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi; aynı lâfız, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir. Aynen öyle de: Kur’an’ın mânâları, dağ gibi akılları doyurduğu gibi, sinek gibi küçücük basit akılları dahi aynı sözlerle talim eder, tatmin eder. Zira Kur’an, bütün insanların ve cinlerin bütün tabakalarını imana davet eder. hem umumuna, imanın ilimlerini talim eder, isbat eder. Öyle ise, avâmın en ümmîsi, havassın en ehassına (ihlas, takva gibi hususlarda en ileri olanların da en üstünlerine) omuz omuza, diz dize verip beraber Kur’an’ın dersini dinleyip istifade edecekler.
“Demek ki Kur’an-ı Kerim, öyle semavî bir sofradır ki, binlerce muhtelif tabakada olan fikirler, akıllar, kalbler ve ruhlar o sofradan gıdalarını buluyorlar iştihalarını tatmin ediyorlar. Arzuları yerine geliyor. Hatta pek çok kapıları kapalı kalıp, istikbalde gelecekler bırakılmıştır.”