Ertuğrul Özkök’ün psikolojisini çok merak ediyorum, yazılarına çok yansıtmıyor. Türk filmlerindeki müflis fabrikatör tiplemesine benzetiyorum. Her sabah aynı saatte kalkıp traşını oluyor, sanki işe gider gibi giyinip evden çıkıyor.
Çevresindekiler de bu hayali patlatmamak için özen gösteriyor, zira gerçeğin şokunu kaldıramayacağını herkes biliyor. ‘Hey gidi günler’ düşüncesi hangi sıklıkta geçiyordur acaba zihninden?
Onun yönettiği Hürriyet’i sıkça süpermarket ya da alışveriş merkezine benzetirler. Bense Hürriyet’i bir sirk gibi kurgulayıp yönettiğini düşünüyorum. Evet sanılanın aksine sirk, sadece eğlence mekanı değildir. Bütün insani duyguların/zaafların uyarılması üzerine kurulmuştur. Trapezdeki adam ile kadın, gerilim ve endişe kaynağıdır; aslanın ağzına kafasını sokan göstericiyi korkuyla izlersiniz. Palyaço ile güler akrobatik hareketlerle coşarsınız. Mucizevi yetenekleri olan doktor, şapkasından tavşanlar çıkaran illüzyonist tamamlar şöleni. Tıpkı Hürriyet’teki gibi.
Özkök yaptıklarını ‘business’ olarak niteler, patronuna para kazandıran ve dolayısıyla kazanan bir işadamıdır. Büyük işadamlarının üye yapıldığı TÜSİAD’a kayıtlı olmaktan gurur duyar. Dönemin Ekonomi Bakanı Güneş Taner’le Aydın Doğan’ın karton fabrikası için teşvik pazarlığı yapar ve ortaya çıkınca mahcubiyet de duymaz. Ancak, yalnız bunlara odaklandığımızda ortaya çıkan portre eksik kalır.
O bir küratördür aynı zamanda. Yönettiği sirkin ‘dikkat çekmesi’ ilk hedefidir. Gelenlerin mutlu dönmesi, ödedikleri paraya acımamalarını sağlamakla görevlidir. İyi gözlemci, manevra kabiliyeti yüksek bir karar vericidir. Hem malzemeyi hem müşteriyi iyi tanıma çabası içindedir. Dikkat çekmek için gerekirse ürünü ve müşteriyi manipleye hazır bir açgözlüdür. Neyi beğenmeniz gerektiğini dikte etmekten çekinmeyen nobran bir hayat tarzı pazarlamacısıdır.
Yönettiği sirkin gözde olması için bulunmasını istediği parçaları transfer eder ya da onları üretir. Mesela Ahmet Hakan’ı alır, yontar ve yeni kimlikle sahneye sürer. (http://www.tr724.com/arafsiz-golge-ahmet-hakan/ ) Osman Müftüoğlu da projedir, Ayşe Arman da. İyi bir antrenör olarak kimden hangi performansı alacağını bilir, ona göre yatırım yapar. Kaybedeceği adamları için kenarda yedek ısıtır, olmazsa yeni oyun düzenine geçer. Mesela Cüneyt Ülsever’den Yavuz Gökmen çıkarmayı denedi, başaramadı. Ülsever’den kendince verimler almaya çalıştı. Herkes Ahmet Hakan kadar dönüşüme açık değil elbette. Hürriyet’e çok sayıda yıldız kazandırmıştır ama aralarında gazeteci pek azdır. Çünkü onun yönettiği yer neonlarla aydınlatılan bir sirkti, gazete sadece sunum tarzıydı.
O BİR GÜÇ TEŞHİRCİSİ
O bir sörfçüdür; güç ve iktidar dalgalarının yönünü iyi kestirerek konumlanır. Güçlülerle ilişkisini teşhirciliğe vardıran bir şehvetle sergilemesini, özündeki zayıflığı bastırma psikolojisinin sonucu diye de okuyabiliriz. Turgut Özal’a öylesine yakındır ki ‘Özköşk’ olarak anılır. Buna rağmen Süleyman Demirel’li yıllarda da Köşk’ten çıkmaz. DYP’ye Demirel dahil herkes tapulu arazi gözüyle bakarken ve emanetçi İsmet (Sezgin) Abi’yi beklerken o ‘Leydi’nin topuk sesi’ni manşet yapar. Çiller seçildiğinin ertesinde bıyıklarını keser ve yeni dönemin işaret fişeğini çakar. Artık ‘bıyıklılar ideolojisini’ yıkmanın zamanı gelmiştir. Eski bir solcu (en azından kendini öyle tanımlıyor) için bıyıklarından vaz geçmenin sembolik anlamı yüksektir. Uzun süredir inşa ettiği kimlikte yeni aşamaya geçiştir bu. Kendine bazen, toplumdaki değişimi gösteren ayna, bazen değişimi tetikleyen öncü rolü biçer. Çiller’le yakınlığı Mesut’la (Başbakan Yılmaz’a ilk ismiyle hitap ediyor) arasını biraz açsa da son tahlilde al gülüm ver gülüm ilişkisi devam eder.
Özkök’ün iktidarda değilken temas halinde olduğu tek lider belki de Bülent Ecevit. 12 Eylül döneminde siyasi yasaklı iken çıkardığı Arayış dergisinin kadrosunda yer alır. Bu, henüz pörsümemiş solcu refleksi mi yoksa ‘Ecevit eninde sonunda döner’ yatırımı mı; o kadarını bilmiyorum.
MUHACİR PSİKOLOJİSİ…
O bir muhacirdir. Babası, Bulgaristan’ın Kırcaali Kasabasında bir köyde doğmuş ve mübadelede İzmir’e gelip yerleşmiş. Oğluna verdiği “Burası bizim son vatanımız. Gidecek başka yerimiz yok.” nasihatı bir şuuraltının özetidir. İster Balkan Savaşlarındaki zorlu ve kanlı göçle gelenler isterse mübadiller, tekrar kaybetme korkusunu üzerlerinden hiç atamadı. Bilhassa mübadiller, geldiklerinde kucak açan, sahip çıkan bir devlet buldular. Söz konusu iki motivasyon onların fazlasıyla milliyetçi ve abartılı devletçi olmalarına yol açtı.
Özkök’ün abartılı milliyetçiliğinde bu sosyal kodların etkisi azımsanmayacak kadardır. Fakat asıl sebep bir ‘devlet’ gazetesinde çalışıyor olmasıdır. Gazetenin eski sahibi Aydın Doğan, Nuriye Akman’a verdiği mülakatta “Hürriyet daha çok devlet gazetesidir. Herkese vermezler.” diyordu. Mehmet Ali Birand da yazılarının neden Hürriyet’te yayınlanmadığı sorusuna “Hürriyet ayrı… Hürriyet Devlet’in gazetesi. Ne olursa olsun her zaman devlet adına çalışır.” Cevabını veriyordu.
TRANSFORMERS GİBİ…
Özkök’ü ve Hürriyet’i, Transformers filmindeki arabalara benzetiyorum. Normal zamanlarda güzel spor bir araba ama işareti aldığında tam teçhizatlı bir asker. Sivil görünümlü asker sayısı medyada maalesef Özkök’le sınırlı değil.
Devlet, operasyon çekeceği zaman Hürriyet sirkinde ya seyirciyi meşgul etmek üzere bir cambaz sahne alırdı; ya da bakışları büyüleyecek bir illüzyonist algıyı ters yüz ederdi. Ahmet Kaya’nın lincine taş taşımak gerekiyorsa ‘Vay şerefsiz’ ve ‘Ayıp ettin gözüm’ manşetleri atılırdı. 28 Şubat postmodern darbesinin stratejisi uygulamaya konulacaksa ‘Silahsız kuvvetler’ görev başına çağrılırdı. Meclis, başörtüsünü serbest bırakan yasa çıkardığında ‘411 el kaosa kalktı’ diye aba altından sopa gösterilirdi.
Hürriyet ve Özkök’ün büyük operasyon becerisi, Hrant Dink’in öldürülmesiyle sonuçlanan süreçte izlenebilir. Resmi tarihin ‘İlk Türk Kadın Pilot’ olarak anlattığı Sabiha Gökçen’in Ermeni olduğu iddiası önce Dink’in yönettiği Agos gazetesinde yayınlandı. 15 gün sonra Hürriyet haberi yorumsuz dille aktardı. Tam burada Hürriyet profesyonelliğine şapka çıkarıyoruz. Bugün Hürriyet’i de ele geçiren kifayetsiz yandaşlığın aksine ‘başarılı’ bir psikolojik harp organizasyonuydu karşımızdaki. Yorumsuz verilen ama göze sokulan bir haberdi; kimilerine göre bu ‘cumhuriyetin sembollerinden birine yapılmış saldırı’ idi ve 3-5 bin tirajlı gazetede kaybolup gitmesine izin verilmemeliydi. Dink’in Ermenilerdeki ‘Türk travmasını’ irdeleyen, hatta eleştiren cümlelerini çarpıtan Hürriyet yazarları son noktayı koydu.
Hürriyet’i benzetmek Muhammed Ali’ye haksızlık olur ama söylemek zorundayım; onun devletçiliği ve psikolojik harp operasyonlarında ustalığı ile bugünkülerin çapulculuğunu kıyasladığımızda Ali ile kulak ısıran Mike Tayson gibi duruyorlar. Özkök’e sefer görev emri çıkarsalar büyük ihtimalle omurgasızlığa varan kıvraklık ve tecrübesini Erdoğan’ın hizmetine sunmaktan mutlu olur. Hatta yargıda reform paketine dair şu cümlelerini göreve hazırım diye okuyabiliriz. “İşte bunlar içimdeki “umutlu adam”ı uyandırdı… Hakim ve savcılar daha şimdiden bu sözleri birer içtihat kabul edip içerideki gazeteci, siyasetçi ve aydınları serbest bırakabilir.”
Uyanan mutlu adam, olumlu bir şey söylüyor gibi yapıp Erdoğan’ın hem yasama hem de yargının yerine konumlanmasını normalleştirmiş oluyor.
Aaa! Bakın bakın cambaz az daha düşüyordu…