İnsân ve insanlığın dehşetli düşmanları var, küfür ve şeytân, nifâk ve nefis gibi.Efendiler Efendisi (sav) muzaffer ordusuyla Medine’ye dönerken “küçük cihâd bitti, şimdi büyük cihâd başladı” diyerek, Ashâb’a (ra) nefislerle olan mücâdeleyi sağlık vermişti.
Medine Dönemi” aynı zamanda nifâkla tutuşulan mücâdele dönemidir ve bu mücâdelenin Efendimiz (sav) ile yârânını zorladığı hepimize âşikârdır.Evet, bünyeyi içten kemiren nefis ve nifâkla mücâdele Mü’min’i zorlar.Doğrusu dışarıdan bize te’sir etmeye gayret eden küfür ve şeytâna mukâbelemiz daha kolaydır, fakat içimizde bünyemizi kemiren, nifâk ve nefse karşı uyanık olmazsak her an sırtımızı yere getirebilirler.
Nifâk, münâfık;
Dînimize göre hafî, gizli bir küfür çeşidi olan nifâk, dışarıdan Mü’min ve Müslümân görünmekle beraber, kalben Allâh‘ı, Efendimiz’i (sav) ve imânın diğer esâslarını kabullenmemek, inanmamak mânâsına gelir.
Kur’an, Bakara Sûre-i Celilesi’nin ilk ayetlerinde Mü’min’in vasıflarını, hemen ardından gelen üç ayetle Kâfir’in vasıflarını ve sonrasındaki “oniki” ayetle Münâfık’ın vasıflarını ortaya koymaktadır.
Bence, Kâfir’in vasıflarının “üç” ve Münâfık’ın vasıflarının “oniki” ayette kendine yer bulması mânidardır.
Şöyle de diyebilirsiniz; Nifâk, küfürden “dört kat” daha dehşetlidir.
Üstâd Bedîüzzamân Saîd Nûrsî Hazretleri İşârât ül-İ’câz isimli eserinde müstakil bir bölümü, “Münâfıklar Bahsi” diyerek, Bakara Sûresi’ndeki bu oniki âyet-i kerîmeye ayırmıştır, ve münâfıkların vasıflarını bu ayetler ile izâh etmiştir.
Yine Büyüğümüz “Bir İ’câz Hecelemesi” isimli eserinde münâfıkların vasıfları ile ilgili, aynı âyet-i kerîmeleri işlemiştir.
İsterseniz Sûre-i Bakara’nın bu ayetlerini hep berâber okuyalım, bir iki saptama yapalım.
Bakara Sûresi, 8. ayet:
İnsanlardan öyleleri vardır ki: “Biz Allâh’a ve ahiret gününe iman ettik” derler; oysa inanmış değillerdir.
Kalb ve dilleri farklıdır, dil ile söyler fakat kalben tasdîk etmez, reddederler. Onlar gerçekte mü’min değildirler.
Bakara Suresi, 9. ayet:
(Güyâ) Allâh’ı ve imân edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller.
Heyhât ! Oysaki, kendileri hariç kimseyi kandıramazlar. Her halleri aldatma, herşeyleri yalândır.
Bakara Suresi, 10. ayet:
Kalplerinde hastalık vardır. Allâh’ta hastalıklarını arttırmıştır. Yalân söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azap vardır.
Allâh, kalben hasta olan bu insanların hastalıklarını artırdıkça artırır, en değerli metâları yalân üzerine yalândır, yalândan beslenir, “dâimâ” hiç rahatsız olmadan, doğruymuş gibi muknî yalân söylerler.
Nedense bu âyet, bana bâzı siyâsileri hatırlatıyor.
Bakara Suresi, 11. ayet:
Kendilerine: “Yeryüzünde fesâd çıkarmayın” denildiğinde: “Biz sâdece ıslâh edicileriz” derler.
Toplumu ifsâd ederken dahi yalân söyleyerek, hayırlı işler yaptıklarını, ıslâh ettiklerini söyler, insanları aldatırlar.
Doğru olmadığı halde, her zaman sûret-i haktan görünürler, yine aldatırlar.
Bakara Suresi, 12. ayet:
Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler.
Ey insanlar ! Asıl fesâdcılar bunlardır, hasta kalbleri ile “hayırlı olduklarına” inanacak kadar şuursuzdurlar.
Bakara Suresi, 13. ayet:
Ve (yine) kendilerine: “İnsanların imân ettiği gibi siz de imân edin” denildiğinde: “Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi imân edelim?” derler. Bilin ki, gerçekten, asıl düşük-akıllılar kendileridir; ama bilmezler.
Herkese bilhassa kandırdıkları mü’minlere kibirle tepeden bakar, zâhiren onlar gibi görünürken, içlerinden mü’minlerle alay eder, aşağılarlar.
Halbuki kendilerini kandıran bu zavallılar gerçekte akılsızdırlar.
Bakara Suresi, 14. ayet:
İmân edenlerle karşılaştıkları zaman: “İman ettik” derler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise, derler ki: “Şüphesiz, sizinle beraberiz. Biz (onlarla) yalnızca alay ediyoruz.”
Kapı arkalarında başka, kapı önlerinde başkadırlar, gizli-saklı yerlerde şeytânlarıyla berâber mü’minlerin aleyhinde, kuyularını kazarlar, dışarıda mü’minlerle birliktelik arz edip, sinsice hareket ederler.
İçeride komuta merkezlerine, şeytânlarına el pençe divân dururken, dışarıda masalara yumruk vurup şeytânları dize getirdiklerini söylerler, tam bir fir’avn-ı zelîldirler.
Yakın târihimiz bunun örnekleriyle doludur.
Bakara Suresi, 15. ayet:
(Asıl) Allâh onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşmalarına (belli bir) süre tanır.
Allâh onların durumunu bilir, mehil üzerine mehil verir, taşkınlıkları artıkça artar.
Günü gelince onları derdest eder.
Bakara Suresi, 16. ayet:
İşte bunlar, hidâyete karşılık sapıklığı satın almışlardır; fakat bu alış-verişleri bir yarar sağlamamış; hidâyeti de bulmamışlardır.
Bilerek dünyâyı uhrâya tercîh ederler, herşeyleri dünyâ rantıdır, çalar-çırpar, sâde dünyâ için yaşarlar, menfaâtleri için her yol mübâhtır.
Hidâyete rağbet göstermezler, zaten hidâyet üzere de değildirler.
Sapkındırlar, sapkınlıktan kurtulamazlar.
Bakara Suresi, 17. ayet:
Bunların örneği, ateş yakan adamın örneğine benzer; (ki onun ateşi) çevresini aydınlattığı zaman, Allah onların aydınlığını giderir ve göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir.
Yalan-yanlış yaptıklarıyla iyi bir şey yaptıklarını düşünürler ve öyle reklâm ederler, meselâ toplumun bütün değer yargılarını yıkarken inşâ-ihyâ ettiklerini düşünür, böyle reklâm ederler.
Halbuki amelleri boş, yaptıkları boştur.
Gerçekte hakikâte karşı kör olduklarından ötürü, ne kendileri, ne de etraflârındakiler, ortaya koydukları sahte ışıktan faydalanamazlar.
Zâten ortada sâdece yıkım vardır.
Bakara Suresi, 18. ayet:
Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı dönmezler.
Evet hakikâte karşı sağır, dilsiz ve kördürler. Görür kavrayamazlar, duyar anlayamazlar, hakikâti bilir fakat konuşamazlar.
Bütün bunları bilerek yaptıkları için asla sapkın yollarından dönemezler, dönmezler.
Manidardır, son dönemlerimizde idârecilerimiz arasında kör, sağır ve dilsizler vardır.
Nedense, “kör” olanlar işi idâre eder, maddi gözü ile yanlız nefis ve kibrini görür, ahirete ve gerçeğe karşı kör olduğundan zâlimdir.
Yardakçıları “sağır” olanlar ise inim inim inleyen halkı duymaz, kulaklarını kapar, sâdece “hayret” ederler.
“Dilsiz” olanlar ise şeytân nev’indendir, zulmü gördükleri halde, asla ses çıkarmaz, hatta demogojiyle zulme kılıf bulur, övgüler dizerler.
Bakara Suresi, 19. ayet:
Ya da (bunlar) karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek(ler)le yüklü, ‘gökten şiddetli bir yağmur fırtınasına tutulmuş gibidirler ki, yıldırımların saldığı dehşetle’; ölüm korkusundan parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar. Oysa Allah kafirleri çepeçevre kuşatıcıdır.
Ahirte inanmadıklarından, ölümden son derece korkarlar, ödlektirler, her sesi, her soluğu aleyhlerinde kabûl ederler.
Kazârâ ele gecirdikleri iktidârı, saraylarını kaybetmemek için herşeyi yaparlar, fakat beyhûde yorulurlar.
Bakara Suresi, 20. ayet:
Çakan şimşek neredeyse gözlerini kapıverecek; önlerini her aydınlattığında (biraz) yürürler, üzerlerine karanlık basıverince de kalakalırlar. Allah dileseydi, işitmelerini de görmelerini de gideriverirdi. Şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir.
Allâh’ın izni ile hiçbir şeyi nihâyete erdiremezler, devâmlı korku icerisinde olduklarından, emîn olmadıkları zamân harekete geçemezler, birâz ışık görürlerse hareket ederler, inşâAllâh bütün faâliyetleri akâmete uğrar.
Allâh onlar hakkında hayır dilemez.
İşte yüce kitâbımız münâfıkları böyle resmediyor.
Yine ehl-i nifâkı teşhis ve kendimizi kontrol için, Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
“Kendisinde dört özellik bulunan kişi mutlaka münâfık olmuştur.
- Konuştuğu zaman yalan söyleyen,
- söz verdiği zaman sözünde durmayan,
- düşmânlığında aşırı giden,
- anlaştığı zaman anlaşmasını bozan.
Bu dört özellikten biri bulunursa o özelliği terk edinceye kadar, o kimsede münafıklık özelliği bulunmuş olacaktır.” (Buhârî, Müslim, Tirmizi)
Evet, yalân söyler, sözlerini tutmaz, emânete hıyânet eder ve düşmânlık güttüklerine karşı akla hayâle gelmeyecek tarzda aşırılıkla zulmederler.
Menfaâtleri neredeyse oradadırlar, (inançları gibi) zıp orada, zıp buradadırlar. Kur’ân’ın “müzebzebîn” dediği bu bedbahtlar dualiteden kurtulamazlar.
Münâfiklar giyim, kuşam, ses-söz, hâl-tavır, kalıp olarak adama benzeyen fakat gerçekte bomboş olan, adamlık ve erlikten nasîbi olmayan zavallılardır.
Ve nifâkın zirvesi münâfık, Süfyân:
Süfyân: Sahih hadislerle bildirilen, âhir zamanda gelecek, İslâm’ın ve ümmetin karanlık, dehşetli günler yaşamasına sebeb olacak, şeâir-i İslâmiye’yi tahribe çalışacak, dehşetli münâfıktır.
Yalân, aldatma, kandırma ve zulümde zirve bir münâfıktır.
Hazreti Ali Efendimiz’e (ra) göre İslâmlar içinde çıkacak bu Deccâl‘ın ismi Süfyân‘dır.
Üstâd Bedîüzzamân “eski merkez-i hükümet Şam’da” zuhûr edeceği söylenen bu zâtın, hakîkâtte son merkez-i hükûmet İstanbul‘da, yine rivâyetlerden anlaşıldığına göre Türkler içinde zuhûr edeceğini söyler.
Üstâdımız Beşinci Şua’da Süfyân’ın vasıflarını (temelde hadislerin te’viliyle) şöyle anlatır:
• Müslümânlar arasından çıkar, çok yalancıdır.
• Aldatma ve yalân ile iş görür.
• “İyi bir Müslüman” görünümünde olduğu için Horasan (Türk) kökenli yetmiş bin din adamı Süfyân’a destek verir.
• Münâfıkların başına geçerek, İslâm’ı tahrife çalışır.
• En mühim gücü Yahûdiler‘dir, onlardan destek alır.
• İsrâfı teşvik eder ve halkı da isrâfa sevk ederek kendine bağlar.
• Yalancı cennet (saraylar) ve cehennemleri (hapishâneler) bulunur.
• Bir bineği vardır (Müslümanlara zarâr vermek için) onunla kıt’aları dolaşır.
• Allah’ın adının anıldığı mekânları kapatır. (tekke, zaviye, okul, dershâne)
• O’nu liderliğe taşıyacak herhangi değerli bir varlığa sahip olmadığı halde, zekâ ve siyâsi dehâsı, aldatıcılığı ile önemli mevkîler kazanır.
• Siyâsi dehâya sahip olduğundan, siyâseten onunla mücâdele çok zordur.
• Âlimlerin aklına te’sir eder ve kendine fetvâcı yapar.
• Fevkalâde bir iktidâra sâhip olur.
• Bu iktidarı, tahrip ederek ve insanların zaâflarını kullanarak elde eder.
• Hattâ Süfyan’a, büyük icraâtlarından dolayı “ulûhiyet” isnâd eden tâbileri dahi bulunur.
• Azamî bir istibdât ve zulûm ile hükümet ettiğinden iktidarı çok kuvvetli görünür.
• Kanûn gücünü kullanarak insanlara müdâhale eder.
• Kendi iktidarı için Türkçülüğü, milliyetçileri kullanır.
Ayrica, Ali Ünal Bey, Süfyân’ın vasıflarını,
- “Tatmin olmaz hırs”,
- “Dehşetli kıskançlık”
- “Sınır tanımaz öfke, kin ve düşmanlık”
olarakta kategorize etmektedir
Süfyâniyet ve Deccâliyet Komiteleri
Yine Üstâdımız’a göre, Süfyân ve Deccâl’in sahışlarından daha çok, “Süfyâniyet” ve “Deccâliyet” denilen cereyânları ve komiteleri daha dehşetlidir.
Evet, çoğu zaman öndeki şahıslar nazar-ı itibâre alınarak, arkalarında onları destekleyip idâre eden, büyük, gizli “Global” yapılar unutulur.
Yaşadığımız dönemde tek bir şahsın devâsa işleri kolayca idâre etmesi mümkün gözükmemektedir.
Gerçektende, yukarıdaki vasıflara sahip şahıslar ve oluşturdukları “necîs” topluluk, içinde olduğu mü’minler topluluğunu zîr-ü zeber eder.
Nifâk bir şebeke olarak harekete geçerse böler, parçalar, toplumda saâdetin zerresini bırakmaz, ki bu durumu zerrelerimize kadar yaşıyoruz.
Mü’minler nifâka mağlûb olabilir.
Mü’min’ler ehl-i nifâka mağlub olabilirler, bunun temel sebebi ehl-i nifâkın güç, kuvvet ne kâbiliyeti değil daha ziyâde mü’minlerin içerisinde bulunmuş olduğu hâl, tavır ve dağınıklıktır.
Bu dağınıklık bertarâf edilene kadar mağlubiyet devâm edebilir.
Nifâk muhlisâne hizmet, basîret, firâset, fetânet ve Ömer’i izzet karşısında hep saklanmayı tercih etmiştir, ne zaman ki bu özellikler perde arkasına gerilemiş ise, işte o zamân nifâk tekrâr sahne almıştır.
Hocaefendi “Liyâkat ve İstihkâk” isimli Bamteli sohbetinde şunları ifâde buyurur;
“Nifak şebekelerinin maksatlarına ulaşıp ulaşamayacakları biraz da mefkûre yolcularının bulundukları konumun hakkını verip vermediklerine, sorumluluklarını yerine getirip getirmediklerine ve bu konuda ortaya koydukları liyakate bağlıdır.
Eğer onlar emanette emin emanetçiler olarak vazifelerini layıkıyla yerine getiriyor ve birer uyûn-u sâhire (uyanık gözler) olarak değişik menfezlerden, boşluklardan gelebilecek tehlikelere karşı vazifelerini) hakkıyla ifa ediyorlarsa Allah, nifak ehlinin bu tuzaklarını boşa çıkaracaktır.
Ama eğer onlar liyakat keyfiyetinde sürekli kan kaybı yaşıyor, renk atıyor ve matlaşıyorlarsa -hafizanallah- o ölçüde istihkaka doğru kayıyorlar demektir.
İstihkak gerçekleştiğinde ise Allah o emaneti alır ve onu emanette emin kimselere verir.
Bu açıdan iman ve Kur’ân hizmetine gönül vermiş insanlar, kendilerine kurulan komplolardan salim olmak ve bulundukları konumu muhafaza etmek istiyorlarsa, durdukları yerin hakkını vermeli ve sürekli liyakat peşinde koşmalıdırlar.”
Yine Büyüğümüz bu mânâda liyâkatin en önemli şartı, Yenilenme Cehdi der ve Yenilenme‘yi öngörür.
Ve son tahlilde,
“Kim ki ona (Deccâl ve Sufyân’a, yani cereyânına ve o cereyânın cemiyete aşıladığı çılgın sefâhete) imân edip tâbi olur ve onu tasdik ederse, artık onun geçmiş, hiçbir sâlih ameli kendisine menfaât vermeyecektir.
Ve her kim onu tekzib edip yalanlarsa, O geçmiş günâhlarının hiçbirisinden muâheze edilmeyecektir.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned)
Bir müjde ile bitirelim,
Üstâdımız, Beşinci Şuâ’yı şöyle bitirir, bizde bu bahsi böyle bitirelim.
“Fakat (Süfyân) muvaffak olmaz, geri çekilir. “Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor” diye rivayetlerden anlaşılıyor.”
mansurturgutk@gmail.com