Tutuklu gazeteci Zafer Özcan, Akhisar Süleymanlı Cezaevi’nden kızı Ebrar’a yeni bir mektup yazdı: Edebiyatın kollarında, bütün vefasızlıklardan arınmış olarak, kendimi onun vefasına bıraktım. Hayatım boyunca içimden atamadığım yalnızlık duyguma, Orhan Pamuk’un İstanbul’undaki hüzün duygusu yoldaşlık ediyor şimdi…
Tutuklu gazeteci Zafer Özcan, Akhisar Süleymanlı Cezaevi’nden kızı Ebrar Beyza Özcan’a yazdığı yeni mektubunda edebiyat dünyasına yaptığı büyülü yolculuğa dair düşüncelerini paylaştı. Özcan, “Seyahatleri çok seven ve hayatı seyahatle geçmiş ancak şimdi bütün yaşamı bir cezaevi odasıyla sınırlanmış birine, asıl seyahatin içe doğru derinlemesine yapılanlar olduğunu öğreten ve onu alabildiğine özgür bırakan da edebiyatın büyülü dünyası oldu.” ifadelerini kullandı.
7 Mart 2019’da memleketi Akhisar’da gözaltına alınarak tutuklanan ve ilk duruşması 27 Haziran’da Manisa’da yapılacak olan Özcan’ın “Edebiyatın Kollarında – Babamdan Mektup Var” başlığı ile yayımlanan yazısında başta Orhan Pamuk olmak üzere Türk ve dünya edebiyatının dev isimlerini yeniden keşfetme serüveni anlatılıyor.Zafer Özcan’ın kızı Ebrar Beyza Özcan’ın Hercümerç. adlı blogunda paylaştığı mektubun tamamı:
EDEBİYATIN KOLLARINDA-BABAMDAN MEKTUP VAR
Sevgili Ebrar, benim ruh ikizim.Bugün seninle biraz edebiyat hasbihali yapmak istedim. Lakin okuyacakların sana basit, sıradan belki komik bile gelebilir. Bu yazıyı geç kalmış bir edebiyat yolcusunun sayıklamaları diye gör. Belki o zaman daha anlaşılabilir olur.Edebiyatın kollarında yaşıyorum son birkaç yılımı, onun gölgesinde soluklanıyor, nefesleniyorum. Yalnızlığı, kimsesizliği, itilmişliği, dışlanmışlığı, bir kenara atılıvermişliği, hayatın dışına çıkarılmışlığı, acımasızca bana yaşattıkları ve ruhumu lime lime ettikleri o günlerde sığınmıştım onun kollarına. Ruhumun yaralarına, gönlümün kırıklıklarına merhem olduğunu hissettikçe daha da sokulmuştum koynuna. Kokusunu doyasıya içime çekmiş, tıkanmaya yüz tutmuş nefes borumu onunla açmıştım.
O acımasız yalnızlık günlerinden sonra özgürlüğümü de elimden aldıkları bugünlerde, yine beraber sırtladık yaşamın yükünü. Beraber çektik, çekiyoruz yalnız ve uzun saatlerin çilesini. Beraber aştık soğuk ve kalın duvarları, beraber süzüldük demir parmaklıkların arasından, uzun seyahatlere çıktık birlikte. Seyahatleri çok seven ve hayatı seyahatle geçmiş ancak şimdi bütün yaşamı bir cezaevi odasıyla sınırlanmış birine, asıl seyahatin içe doğru derinlemesine yapılanlar olduğunu öğreten ve onu alabildiğine özgür bırakan da edebiyatın büyülü dünyası oldu.
Şimdilerde, iş hayatımdaki sahnelerden biri sürekli muhayyilemi ziyaret ediyor. Meslektaşlarımla ülke gündemini, siyaseti, politik polemikleri, bitmeyen kavgaları, sporu ve ekonomideki gelişmeleri konuşuyoruz. Her katılımcı üst perdeden gelişmeleri yorumluyor. Tabi ben de öyle. Tam o esnada tartışma gündemimize fazla girmeyen kültür sanat dünyasından bomba bir haber düşüyor. Yazar Orhan Pamuk Nobel edebiyat ödülü almış. İlk kez bir Türk yazar Nobel alıyor, haber elbette önemli. Ancak biz acar gazeteciler bu büyük başarının şokunu çabuk atlatıyoruz. Ne de olsa takdirden çok eleştirmek bizim işimiz. Birkaç cılız takdir cümlesinden sonra, Orhan Bey ve romanlarına ve elbette onun siyasi görüşüne yönelik salvolar başlıyor. Başarı tartışmasızdı belki ama ona bir kılıf bulmak da gazetecinin işiydi! Ben de o zamanlar Pamuk’un Nobel’i politik görüşlerinden ve yakın tarihe yönelik değerlendirmelerinden dolayı aldığını söyleyiverdim. Fikrimi açıklarken, o güne kadar hiçbir romanını okumamış olmanın verdiği derin bilgisizliğim beni hiç rahatsız etmemişti. O sahne aklıma düştükçe hala utanırım. Mesleğimizin ustalarından rahmetli Uğur Mumcu’nun “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz” sözünü duymuştum elbette lakin duymakla idrak etmek farklı haller…
Nitekim Orhan Pamuk ve romanları ile bu sahneden yıllar sonra hayatımın en zor ve en yalnız döneminde tanışacaktım. Tanışır tanışmaz da hemen bütün romanlarını yutarcasına okudum. Pamuk’u okurken, susuzluktan kavrulduğu sırada, aradığı pınarı aniden karşısında bulmuş bir garip yolcu gibiydim. Kana kana içtim haliyle ve haliyle hiç dinmeyen bir susuzluğun içindeyim. O sahneyi tekrar yaşamak isterdim şimdi. Orhan Pamuk ve romanları hakkında düşüncemin tekrar sorulmasını isterdim. Çevremde yine düşüncelerimi duymayı bekleyen, edebiyata aşina arkadaşlarım olsun isterdim. O fırsatı tekrar bulabilseydim şunları söylerdim:
“Orhan Pamuk’un Nobel’i sonuna kadar hakedilmiş bir ödüldür. O muhteşem başarıda her biri 6 yıllık fikir çilesiyle yazılmış romanların hakkı var. Füsun’un, Kemal’in, Mevlut’un, Rayiha’nın, Orhan’ın, Şevket’in, Şekure’nin, Şair Ka’nın, Galip’in, Rüya’nın, Gazeteci Celal’in, Mahmut Usta’nın ilmek ilmek ördükleri bir dünyanın, bir hayatın izleri var. O izlerde yaşamın bütün renklerini bulabilirsiniz. O hayatlara nüfuz etmeden ne Pamuk’u ne de Nobel’i anlamak kabil değil.”
O gün bunları diyemedim ama şimdi benim ruhumu saran yalnızlık duyguma, Pamuk’un İstanbul’a yakıştırdığı hüzün duygusu eşlik ediyor. Ve benim buradaki hayatımı daha katlanılabilir hale getiriyor.Benim geç kalmış yolculuğuma eşlik eden, yıllardır başa çıkamadığım her hüzünlü anımda beni teselli eden o eşsiz Karayip kültürünü, Güney Amerika’nın toplumsal dokusunu bana iliklerime kadar hissettiren yazar. Büyülü gerçekçilik akımının büyük ustası. Başyapıtı kabul edilen Yüzyıllık Yalnızlık’ı okuduğumda gerçekten büyülenmiştim. Onun romanlarındaki sade anlatımını, o sade anlatıma eşlik eden gerçekçiliği ve onun üzerine inşa ettiği büyülü gerçekçiliği yudum yudum içtim. Hatta öyle ki külliyatını okuyup bitirdiğimde, “bundan sonra ne yaparım” diye panik yaptığımı bile hatırlıyorum! Zira büyük usta, ben onu keşfettikten kısa süre sonra, dünya serüvenini tamamlamıştı. Marquez’in ölümünü duyduğumuzda beraber yas tuttuğumuzu, beraber hüzünlendiğimiz hatırlıyor musun Ebrar?
Marquez’in öyle bir anlatım tekniği var ki, romanlarını okurken Güney Amerika ve Karayip Kültürü kadar, bölgenin iklimi ve bitki örtüsünü adeta yaşıyorsunuz. Ben ona bunaltıcı ekvator sıcaklarını en iyi anlatan yazar diyorum. Elbette ustanın beni en çok etkileyen eserine değinmesem olmaz. Kolera Günlerinde Aşk, okuduğum en etkileyici aşk romanıydı. O romanı okuduğumdan beri çılgın aşık Florentino Ariza ve Fermina Daza ile zaman zaman Magdelena ırmağında vapur seyahatlerime çıkarız. Vapurlarımız kesiştiğinde General Simon Bolivar ile selamlaşır sonra Macondo kasabasına uğrar, Albay Aureliano Buendia ile onun annesi, benim umudun ve vazgeçmemenin simgesi olarak kabul ettiğim Ursula’ya saygılarımızı sunarız.
Benim geç kalmış edebiyat yolculuğumda elbette Ahmet Altan’ın ayrı bir yeri var. Ben ona kelimelerle dans eden, cümlelerle sevişen adam diyorum. İnsan onu okurken, hikayelerin çarpıcılığı bir yana, kendi lisanına da aşık oluyor. Türkçe’nin neler yapabileceğine şahitlik ediyor. Sanırım dünyada ana dilini onun kadar etkili kullanan çok az yazar vardır. Ben Altan’nın romanlarının son sayfalarına yaklaştıkça, keşke bitmese, biraz daha uzasa psikolojisi yaşarım hep.
Ve tabiki Stefan Zweig. Avrupa’nın vicdanını temsil eden ve temellendiren yazar. O muhteşem romanların, novellaların ve tarihi biyografilerin yazarının sonu böyle mi olmalıydı? Keşke savaş lordlarının ve savaş makinelerinin sustuğunu ve Avrupa’nın tarihinin en uzun savaşsız dönemine girdiğini görebilseydi. Zweig ve eşinin hazin sonu bende hep bir Clarissa hissi uyandırır. Bugün Avrupa, iyi kötü bir medeniyet ve savaşsız bir dönem inşa edebilmişse bunda Zweig gibi vicdan yapıcıların rolü tartışmasızdır.
Benim geç kalmış edebiyat yolculuğumun en güzel duraklarından biri de geç dönem Osmanlı, erken dönem Cumhuriyet edebiyatıdır. Bir devrin kapanışına, bir devrin başlangıcına şahitlik etmek kadar bir romancı için daha heyecan verici ne olabilir ki! Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Halide Edip Adıvar beni en çok etkileyen yazarlar. Tanpınar’ın o ulaşılmaz görünen zamansız anlatımları, Peyami Safa’nın toplumsal yozlaşma kaygılarını yansıtan nefis romanları, Yakup Kadri’nin sert ve etkili üslubunu destekleyen tasvir ve anlatım becerisi ve Halide Edip’in o eşsiz romanlarını süsleyen zaman, mekan ve insan portreleri…
Halide Edip’in hayatını anlattığı ve İngiltere’de kaleme aldığı Mor Salkımlı Ev, yazıya ve edebiyata meraklı herkesin okuması gereken bir eserdir. Ben muhayyilemde Beşiktaş’taki o mor salkımlı eve uğrar dururum. Anlatmam gereken daha çok yazar var elbette lakin şimdilik kapasitem bu kadarına yetiyor.
Evet, gecikmiş edebiyat yolculuğum bütün hızıyla devam ediyor şimdi. Bedenimi tutsak etseler de en güzel keşif yolculuklarının tam ortasındayım. Edebiyatın kollarında, bütün vefasızlıklardan arınmış olarak, kendimi onun vefasına bıraktım. Hayatım boyunca içimden atamadığım yalnızlık duyguma, Orhan Pamuk’un İstanbul’undaki hüzün duygusu yoldaşlık ediyor şimdi. Buradaki küçük gökyüzümüzün”kuşları da yasına gidiyor.” Gazap Üzümleri kadar yürek parçalayıcı hikayelerimiz, Martin Eden kadar idealistlerimiz var.
Hayata Tutunamayanlar, burada Kunt Kapanları’nı aşarak tutunmayı, yeniden var olmayı öğretiyor. Aynen Uçurtma Avcısı’ndaki gibi, hayatta başardıkları her şeyin bir harabeye dönüşünü izleyen insanlar, burada aslında bütün kainatın insanın içinde olduğu sırrına vakıf oluyor.Velhasıl kendimi edebiyatın kollarına bıraktığımdan beri şartlar ne olursa olsun hayat daha katlanılabilir, hüzünleri daha kolay taşınabilir hale geliyor.
Son Söz,
Bu yazı, muhteşem yolculuğumdaki en büyük destekçim, sırdaşım, yoldaşım, kızım Ebrar olmasaydı elbette yazılamazdı…
Zafer Özcan