Allâh dostlarından Serî es-Sakâtî, Şam ve civârında yaşamış büyük bir hadîs âlimidir.Bir sabah hadis dersindeyken, şu hadîs-i şerîfi okur:
“Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” ( Hâkim-Heysemî )
Kader buya, o sırada bir talebesi heyecânla içeri girer:
“ Üstâdım ! Mahalleniz yandı, komşularınızın evleri yandı, yalnız sizin ev kurtuldu ”
Serî es-Sakâtî gayr-ı ihtiyâri “Elhamdülillâh! ” der. Neden sonra aklı başına gelir ve hacâletten iki büklüm olur.
Otuz sene sonra Hazret bir dostuna:
“ Ben o günün tevbesi içindeyim, o gün kendi evimin yanmadığına sevindim, evi yanan mü’minleri düşünemedim, otuz yıldır ağlıyorum ” der.
Evet, Efendimizʼin (sav) bu dehşetli îkâzını hiçbir zaman unutmamak lâzım:
“Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.”
Yine Efendiler Efendisi (sav) buyururlar ki, “Müʼminler birbirini sevmekte, birbirine acımakta, birbirini korumakta bir vücûd gibidir. Vücûdun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvları da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa dûçâr olur.”
(Buhârî, Edeb-Müslim, Birr)
İşte Efendiler Efendisi (sav) bizden böyle bir yürek, böyle bir gönül, böyle bir kardeşlik istiyor.
Âkif tamda bu ahlâk üzere haykırır,
“Kanayan bir yara gördümmü yanar ta ciğerim
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim
Adam, aldırma da geç git, diyemem aldırırım
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırım!”
Müʼmin olmanın şiârı budur, kardeşi öksürse mü’min ölüp ölüp dirilir.
İsterseniz birde Büyüğümüz’ün “Izdırâb” isimli sohbetindeki feryâdına kulak verelim,
“Bir yangın var ki, içinde imân tutuşmuş yanıyor. Anne-evlâd, birbirinden koparılmış. Karı-koca, birbirinden koparılmış. Kimisi soluğu yurt dışında almış.
Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen, onların yaşadığı acıları vicdânında derinlemesine duymayan, onlardan değildir!
Bütün bu olup biten hadiseler karşısında iki büklümüm.
Evet, ümidimi hiç yitirmedim, recâ duygumda hiç kayıp yaşamadım; Rabbime karşı ümidimde bir sarsıntıya mâruz kalmadım.
Ama şunu da itirâf edeyim; immün sisteminin çökmesiyle, yirmi tane rahatsızlıkla, yirmi dört saat inlediğim de muhakkak.
Zâlim, zulme doymuyor; hâin, hıyânete doymuyor… Bunlar karşısında sessiz kalma, alâkâsız kalma, insanlık adına ciddî kayıp sayılır.
“Izdırâb, ızdırâb, ızdırâb!” deyip inlememiz lâzım !
Zira Süfyân İbn Uyeyne’nin ifâde ettiği gibi, “Bâzen bir muzdaribin duâsı ile Allah, bütün bir ümmeti, bir milleti bağışlar.”
Bu arada ben sizlere sormak istiyorum, dünyâ yansa bir tutam otu yanmayanlar bizden midir ?
Mü’minin hâli nedir ?
Paratoner gibi musîbet daha gelmeden iki büklüm olmak mı ? Yoksa musibeti iliklerine kadar görüp- yaşayıp umursamamak mı ? Mü’minin hâli nedir ?
Yaşanan zulüm, devlet terörü, soykırım, ölümler hapisler, zorâki hicretler karşısında kanlı gözyaşımız içimize akmıyorsa demekki yüreğimiz kurumuş, ” Yuf olsun benim insanlığıma “ demeliyiz.
Yuf olsun !
Hicret ettiğimiz yerlerde hizmet etmek başka mes’ele, fakât “Önümüze bakalım, buraya bakalım” ifâdeleri beni darmadağın ediyor.
Unutmayacağız, alışmayacağız, kanıksamayacağız.
Bence, gerginliğimizi korumak için ızdırâbı yudum yudum yudumlamak lâzım.
Üstâdımız, “cehennemde azâb dahi azâb çeker” der.
Cehennem azâbına alışılmaz, kanıksanmaz, herdem tâzelenir.
Aynen öylede arkadaşlarımızın, cemâtimizin içinde bulunduğu durumuda aynı şekilde kanıksamadan, alışmadan, herdem tâze bir azâb olarak yüreğimizde duymak icâb ediyor.
Vefânın gereği, “mü’min mü’minin derdi ile dertlenmesinin” gereği budur.
Hem bulunduğumuz yerlerde hizmet edeceğiz, hem kardeşlerimizin ferec ve mahreci için muâvenetle, bir ân-ı seyyâle onları unutmadan, fiîli ve kavlî duâ edeceğiz.
Tekrâr Büyüğümüz’ün aynı sohbetine dönüyorum bakınız ne diyor ;
“Burada antrparantez bir şey diyeyim: Günümüzde yaşanan bu fecâyi ve fezâyi karşısında eğer her birerlerimiz günde bir, iki, üç saatimizi bu işe vererek ve bunun bir kısmını da Cenâb-ı Hakk’a tazarru, niyâz ve duâda geçirerek -bu belâ ve devâhînin savulması adına- inlemiyorsak, farkına varmadan onun radyoaktif tesirinde kalmışız demektir.
Evet, bir tarafta, karşıda yangın. Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “İçinde evlâdım-imânım tutuşmuş yanıyor!” Eğer elimizde tulumba, o yangını söndürmeye koşmuyorsak, içinde yanan insanları ondan kurtarmaya koşmuyorsak, dünkü ve evvelki günkü hortumdan insanları kurtarma adına bir kısım tedbirleri alma nev’inden tedbirler almıyorsak, o iş için yüreklerimiz çarpmıyorsa, nabızlarımız atmıyorsa, zannediyorum, insanlığımızı mizânda bir kefeye koyar tartarlar;
“İşte siz, bu kadar insansınız!” derler, hafizanallah.
İsimlerini bildiklerimi ismen anıyorum. Bilemediklerim ile alâkâlı da diyorum ki “Sen biliyorsun yâ Rabbî!”
” أَنْتَ تَعْلَمُهَا، أَنْتَ تَعْلَمُهَا، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا “
O isimleri Sen biliyorsun; o isimleri Sen biliyorsun; onları kurtar, onları hürriyetlerine kavuştur! Sürpriz olarak onları salıver! Salıver ve benim şu hafakanlarımı da dindir. Artık taşıyamıyorum; bu hafakanlarımı da dindir!..
İnim inim inliyor Büyüğümüz, bize düşende inim inim inlemek değil mi ?
Bir zaman demiştim,
“onbeş yahut onyedi yaşındaki çocuklara kelepçe vuran mı ?
yoksa !
süt kuzurlarını,
analarını tutuklayan mı ?
daha zâlim.
yok ,
yoook !
bebelere zincir vurandan
çıkmaz insân !
böyle değildi bu millet,
ahh ki ah !
susmazdı !
vâ esefâ !
gözlerimiz kör olsa Yâkup gibi ağlamaktan,
sezâdır.
gel gör ki !
yüreklerimiz ölmüş”
Rabbimiz yüreklerimizi öldürme ! Çeken ve çekilenleri bize unutturma !
Âmiin, âmiin, amiin.
mansurturgutk@gmail.com