Her insanın dünü, bugünü ve istikbâliyle mutlaka alâkası vardır. Allah (cc), bir defâya mahsus olmak üzere, fırsat verip emânet buyurdukları şu misâfirhâne-i dünyâ da, ümitlerin canlı kalması, irâdelerin güçlü olması, ümitsizliğin yok edilmesi, kalblerin inşirahla dolup taşması oldukça önem ifâde etmektedir.
Allah (cc), kâinatı ve insanı niçin yarattığını, gâye ve hedefinin ne olduğunu Kur’an-ı Muciz-ül Beyan’da ve Efendimiz’in rehberliğinde açık ve net olarak bildirmiştir.
Yüce Allah, Hz.Adem’in (as) şahsında tevhid dini olan İslâm’ın ana esaslarını teşkil eden îman erkânının temelini atmış, bütün semâvî dinler de, bu îman hakîkatlerini esas alarak emr-i ilâhiye itaat ederek devam etmişlerdir. Kemâlini Efendimiz’de (sav) bulan İslâm dini, ilelebet kıyâmete kadar devam edecektir. Âl-i İmran sûresi 19.âyette; “Allah indinde din İslâm’dır“ buyurulmaktadır.
Mü’minler, Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda, ihlâs, samîmiyet, vefâ ve sadâkatle, derin bir muhâsebe ve şuurla, İslâm’ı hayatlarına mâl ederlerse; marziyyat-ı ilâhiyyeye ulaşmanın yanında, inâyet-i İlâhi imdada yetişir, ekstradan Allah’ın lütuflarına mazhar olurlar.
Mü’minler, îmanlarından aldıkları güçle, hayatlarını meşrû dâirede sürdürmeli, misafir bulundukları şu dünyâ hayatında, evrensel barışın gerçekleşmesi ve herkesin medenîce yaşama imkanına sâhip olmalarına katkıda bulunabilmek için, bütün imkanlarını seferber etmelidirler.
Müminler, hayatın her biriminde karşılıklı acıları ve sevinçleri beraber paylaşmalı, dayanışma ve yardımlaşma yoluyla huzur ve güven oluşturmalı, adâlet ve hukukun yerleşmesi mevzûunda üzerlerine düşen sorumluluğu ve fedâkarlığı yerine getirmelidirler.
Mü’minlerin böyle bir fedâkarlıkta bulunmaları, aynı zamanda sevgi, şefkat ve merhametle muâmeleleri; rengi, dili, dini ve kültürü ne olursa olsun bütün insanlara insanca davranmaları, insanların birbirleriyle tanışmasını ve kaynaşmasını sağlayacaktır.
Kuru toprağı yağmur nasıl yeşertiyorsa, İslâmiyet de hayâtın her anında samîmiyetle uygulandığında o kişiye saâdet-i dareyn kazandıracağı gibi; liyâkati olan insanların gönül dünyâlarında, âile ve toplum yapılarında da, îman ve sevgi çiçeklerinin açtığı, ölü gönüllerin dirildiği görülecektir.
Böylesine iyi niyetle yola çıkan, ‘Allah’ı kullarına sevdirin‘ (Suyûti) diyen Nebiler Sultânı’nın (sav) rehberliğinde, kendini hizmete adayan gönül mimarlarının, Allah’ın emirlerine saygıda kusur etmeden, îmana muhtaç insanlara Allah’ı sevdirmekten başka hiçbir beklentileri olmamıştır/olmayacaktır da.
Meşrû yaşama hakları başta olmak kaydıyla, ülkesine, milletine ve dünya barışına katkıda bulunmaktan, hizmet götürmekten başka hiçbir dertleri olmayan bu insanları, hayallerinden bile geçmeyen yalan, isnat ve iftirâlarla yok etme gayreti içinde bulunan zâlimler her dönemde olmuş, bugün de var yarında olacaktır.
Mü’minlere böylesine zulümle muâmele edenlere karşı, hüsn-ü zan ama adem-i îtimad’la, tedbirli, temkinli ve dikkatli hareket etmeleri en doğal haklarıdır.
Bizler, atalarımızın malları ve canlarıyla büyük fedâkarlıklar göstererek, bizlere emânet ettikleri bu ülkenin sahibiyiz. Dedem cihan harplerine katılmış, 9-10 sene cephelerde kalmış, kulakları sıfır sağır olmuş, parmakları el ayasına kaynak olmuş durumdaydı. Vücudunda daha ne kadar yara vardı bilmiyorum.
Devlet kendisine, altın madalya ile maaş takdir etmiş. ‘Âhiret mükâfatını dünyâda almak istemem‘ deyip reddetmiş. Vefâtından sonra babaanneme maaş teklifi geldiğinde merhum babam; ‘Anne! babam almadı, sen de alma. Ben sana bakarım‘ demiş ve aldırtmamış.
İşte bu vatan evlâtları, kendi ülkesinin kanun ve mevzuatına itaat içinde, her vatandaş gibi okullarından mezun oluyor. Hiçbir adlî vak’ası ve suçu olmadığı halde, ömrünü vatanına, milletine adamış olmasına rağmen, ‘Sen bu ülkede yaşayamazsın, devlette vaziîfe alamazsın‘ diyerek, meşrû olan bütün hakları ellerinden alınarak, ‘terörist‘ yaftası ile iftirâ atılıyor. Ömrünü ilme, eğitime ve güzel ahlâka adamış bu insanlara, Allah’ın tanıdığı haklarını, hukuklarını ellerinden almaya kimin hakkı olabilir ki?
Ancak zâlimler tarafından -devlet gücünü kullanarak- memleketine, milletine hizmetten başka dertleri olmayan bu masum ve mağdur insanların meşrû olan hakları ellerinden alınıyor, ülkesinde yaşama hakkından mahrum ediliyorlar. İşte insanlara yapılan, Allah’ın hoşnut olmadığı bu tavır ve davranışlar zulümdür. Kur’an-ı Kerim’de; “Allah zâlimleri sevmez“ (Şûrâ sûresi, 40) buyruluyor.
Bir vatandaş olarak, milletin ve ülkenin huzurunu bozmadan, zulme zulümle mukâbelede bulunmadan, meşrû olan haklarını alabilmek için, kanunî haklarını -tabi ülkede kanun varsa- sonuna kadar kullanmak en doğal hakkıdır. Bu mevzûda başarılı olmaya, Allah’tan başka kimseden korkmadan kararlı olmaya, diklenmeden dik durmaya, geriye adım atmamaya ihtiyaç vardır.
Her ne kadar mağduriyetler yaşansa, çocuklar kadınlar, yaşlı hasta insanlar hapishânelerde zulme mâruz kalsalar da, servetlere el konsa, yuvalar darmadağın edilse de; “Allah’ın yarattığı her şey güzeldir“ (Secde sûresi, 7) âyetinin işâretiyle, hâdiselere bu mantıkla yaklaşıp şikâyet edilmemeli ve kaderi tenkide yaklaşılmamalıdır. Hz.Üstad bu âyeti; ‘Ya bizzat güzeldir, yada neticeleri itibâriyle güzeldir‘ veciz ifâdeleriyle tefsir buyurmuşlardır.
İnsan vücûdunda ve kâinatta, gece- gündüz, acı- tatlı, kadın- erkek gibi birbirine zıt kâbiliyetler ve hâdiseler vardır. Her ikisine de, bu dünya pazarında ihtiyaç vardır. İnat, hakta sebat içindir. Burada kullanıldığı zaman çok büyük kazançlar elde edilir. Aksi ise, kaybettirir.
İnsan, sâhip olduğu bütün maddî mânevî duygu ve uzuvlarını, âhiret pazarı olan dünyâda, helâl dâirede sermâye yapmazsa kaybeder. Allah (cc), bunları yaratıp insana emânet ettiğine göre, helâl dâirede kullanma ve âhiret hayâtını kazanma esas olmalıdır. Böyle olursa, hem rızâyı-ı ilâhiyi, hem âhireti kazanma imkânı olur.
Hz.Mevlâna’nın; ‘Su gemiyi yüzdürür. Ama aynı su, geminin içine girerse onu batırır‘ ifâdeleri çok önemlidir. Aynı gemide gidiyoruz. Batarsa birlikte batarız. Amacımız gemiyi batırmak değil, yüzdürmek ve insanları kurtarmak olmalıdır. Zâten aslî vazifemiz yangından insan kurtarmak değil midir?
Dünyâya ve onun gayr-i meşrû lezzet ve güzelliklerine kalbimizi kaptırır isek, o bizi batırır, kaybederiz. Yolumuz Hz.İbrâhim (as) ve Hz.Muhammed‘in (sav) yoludur. Bu yol hıllettir. Yâni, kardeşlik ve î’sar yoludur. Kardeşlerini nefsine tercih yoludur.
Rabbimize sözümüz var. İncinsek de incitmeyeceğiz. Her şeye rağmen sabredip, hak bildiğimiz bu yoldan dönmeyeceğiz. Bu dâvâya engel olanlar, onlara yardım edenler, kin, nefret duyup buğzedenler, dünyâda olmasa bile âhirette bin nedâmet duyup pişman olacaklardır. Ama ne çare..
Kimseye küskün değiliz, düşman değiliz, yerimizdeyiz. Ama acıyoruz, âhiret hayâtını dünyâya satanlara. Liyâkatı olanlara hidâyet diliyoruz. Küfr-ü inâdî ve zâlim olanlara Allah’tan daha şefkatli ve merhametli olmaya hakkımız yok, olamayız da. Onları Rahman ve Rahîm Allah’a havâle ediyor, Firavun’un sarayını karınca ile yok eden Âdil-I Mutlak Rabbimiz’e dayanıp güveniyoruz. Vesselam..
masengul@samanyoluhaber.com