Muhterem M. Fethullah Gülen Hocaefendi “Kâbe” yazısına şöyle devam ediyor:
“Bu mübarek yolculuk, eski zamanlarda, atlarla, develerle yapılırdı. O devirde hacılar, Kâ’be’ye kadar yüzlerce makam, yüzlerce merkade uğrar. Enbiyâ-i İzâmın yaşadığı yerleri ziyaret eder, hayalen onlarla buluşur-görüşür… Evliya ve asfiyanın meclislerine koşar, onların aydınlık ikliminden ışık alır ve bu masmavi, mâna dolu yollarda yüzüyor gibi yolculuk yapar… Bir güzellik, bir şiir, bir romantizm banyosu almışçasına ruhunun gücüyle silahlanır, mânâ âlemlerinden gelecek varidatı duymaya hazır hâle gelir ve sonra da gidip Hakk kapısının tokmağına dokunurlardı.
Mehmet Akif Ersoy, bin bir zahmetle uzun bir yolculuktan sonra Resulullah’ın huzuruna ulaşıp aşkını dile getiren Sudan’lı’nın feryatlarını şöyle anlatıyor:
“Yâ Nebî, şu hâlime bak!
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahranın;
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın!
Harîm-i pâkine can atmak istedim durdum;
Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum.
“Tahammül et!” dediler… Hangi bir zamana kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var!
Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak;
Önümde durmadı artık, ne hânümân, ne ocak…
Yıkıldı hepsi… Ben aştım diyâr-ı Sûdân’ı,
Üç ay “Tihâme!” deyip çiğnedim beyabanı.
Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada;
Yetişmeseydin eğer, yâ Muhammed, imdada:
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin;
Akar sular gibi çağlardı her tarafta sesin!
İrâdem olduğu gündür senin irâdene ram,
Bir ân için bana yollarda durmak oldu haram.
Bütün heyâkil-i hilkatle hasbıhâl ettim;
Leyâle derdimi döktüm, cibâli söylettim!
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü…
Nücûma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
Azâb-ı hecrine katlandım elli üç senedir…
Sonunda alnıma çarpan bu zâlim örtü nedir?
Beş altı sineyi hicran içinde inleterek,
Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek?
Demir nikaabını kaldır mezâr-ı pâkinden;
Bu hasta ruhumu artık ayırma hâkinden!
Nedir o meş’ale? Nurun mu? Yâ Resûlallâh!…
“Evet, bütün yol boyu görüp duydukları şeylerden, kalblerinde, ruhlarında hâsıl olan en derin seziş ve duyuş kabiliyetleriyle gidip Ka’be’ye ulaştıklarında, onu, başı gökler ötesi âlemlere uzanmış; oradan ziyaretçilerine bakıyor ve için için bir iştiyakla onları bekliyor bulur ve şiddetli bir vuslat arzusuyla kendilerini onun kucağına atarlardı. Evet, onun vakarlı bir yüze benzeyen cephesini ve bu nurlu çehrenin çevresine mermerlere akseden gölgesini… göklere doğru uzayıp giden mânâsını, etrafa, ışık yağdıran atmosferini gören her gönül, kendince bir şeyler duymaya, bu derin sîmanın arkasındaki mânâları sezmeye ve bu mübarek yolculuğa sebep teşkil eden gayedeki hazzı, en derin bir ibadet neşvesi içinde tanımaya başlar ve zevklerin en erişilmezine erer…
“Ka’be bulunduğu noktaya o kadar uygundur ki, ona dikkatlice bakan herkes, bulunduğu yerle, onun ruh ve mânâsı arasındaki sımsıkı râbıtayı hemen sezebilir. Sanki o, hariçten getirilmiş rastgele malzeme ile değil de yerden fışkırıp çıkmış veya gökte melekler tarafından inşâ edilip bilâhare yeryüzüne indirilmiş gibidir. O, yanıbaşındaki, yanmış kavrulmuş, büyük-küçük dağ-tepe ve taş yığınları arasında, bir zikir halkasındaki serzâkire benzer. Çevresindeki herşey onun iniltileriyle inler, onunla yukarılara el kaldırır ve sonra sessiz onu dinlemeye koyulur. ”
Üstad Hazretleri Meyve Risalesinde şöyle diyor:
“Bu Makam Yazıldığı Zaman Kurban Bayramı Geldi… Allahü Ekber… Allahü Ekber… Allahü Ekberler… ile nev’-i beşerin beşten birisine, üç yüz milyon insanlara birden Allahü Ekber dedirmesi; koca küre-i arz, büyüklüğü nisbetinde o Allahü Ekber kelme-i kudsiyesini semâvattaki seyyârat (gezegenler) arkadaşlarına işittiriyor gibi yirmi binden ziyade hacıların Arafat’ta ve Kurban Bayramında beraber birden Allahü Ekber demeleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü vesselamın bin üç yüz sene evvel Âl-i Beyti ve Sahabeleriyle söylediği ve emrettiği Allahü Ekber kelâmının bir nevi aks-i sadâsı olarak İlâhî Rubûbiyetinin ‘Rabbü’l-Arz’ ve ‚‘Rabbü’l-Âlemin’ azametli ünvanıyla küllî tecellisine karşı geniş ve küllî bir ubûdiyetle bir mukabeledir, diye tahayyül ve his ve kanaat ettim. ”