Bazı anlar vardır ki insanın hafızasına kazınır, yıllar geçse de hiç silinmez, asla unutulmaz. Hatırladıkça acısı kalbinizi yakar, kavurur. Hele bir de o hatıralar kaybettiğiniz bir dostunuza aitse işte o zaman kelimeler yarım kalır, hıçkırıklar boğazda düğümlenir…
Gökhan Açıkkollu’nun tabutluk tabir edilen küçücük bir hücrede çırpınarak Hakk’a yürüyüşünü izlerken sureten insan dense bile sireten şeytanlaşmış zalimlere lanet okuyup bir kere daha tüm acziyet ve fakriyetimizle bu zalimleri Yaradan’a havale ettik.
Hepimizi yaralayan bir başka durumsa ülkemizde bu vahşet ve zalimliğe insanlık adına sesini çıkarıp kısık sesle bile olsa haykırıp hesap soracak tek bir kişinin ortaya çıkmaması oldu.
Keşke bizde de bir zamanlar Güney Kore’de olduğu gibi yapılan bu zulüm ve işkenceye dur diyebilecek, insanlığını kaybetmemiş savcılar, doktorlar, gazeteciler, polisler çıkabilse ve halk birlik olup yaşananlara tepki verebilseydi.
1987- O gün Geldiğinde filmi işte tam da bu hissiyata tercüman olan, dram yüklü, gerçek olaylardan yola çıkarak çekilmiş bir Güney Kore filmi.
İşkence ve zulme karşı tek bir savcının başlattığı direnişin her türlü zorluk ve tehdite rağmen tiranlaşan zavallıların nasıl halk tarafından devrildiğinin anlatıldığı destansı bir yapıt 1987.
İstihbaratın “anti-kominist” şubesi tarafından sadece basit bir ihbar sonucu gözaltına alınan daha 21’inde üniversiteli bir genç, işkence altında hayatını kaybeder. İşkenceciler için bu oldukça sıradan bir durumdur. Apar topar bir doktor çağrılır ve baskı altında “kalp krizi” raporu hazırlatılır, geriye sadece göstermelik bir otopsinin ardından cesedin yakılması kalmıştır. Bunun için gerekense sadece savcının basit bir imzasıdır.
Gel gör ki savcı “delikanlı” çıkar ve yapılan her türlü tehdite rağmen cesedin yakılması için gereken imzayı mesleğine mal olmasına rağmen atmaz. Olay basına sızınca bu sefer gazeteciler haberin peşine düşer, yine ölüm tehditlerine bile aldırmadan gerçeklerin ortaya çıkması için kelle koltukta araştırmalara başlarlar.
Elbette işkenceci zalimler de boş durmazlar. “Minibüs“lerle kaçırdıkları tanık ve aile yakınlarına her türlü tehditle işkence yapmaya devam ederken kimi zaman dağıttıkları paralarla da insan satın alıp gerçekleri örtbas etmeye çalışırlar.
Bu işte o kadar iyidirler ki kimseden korkuları yoktur, tam “İşte şimdi yakalandınız, adalet elbet yerini bulacaktır.” dediğiniz anda onlar hep bir şekilde işin içinden sıyrılırlar.
Filmin yürek dağlayan en duygusal sahnesi ise işkence altında ölen gencin yakılan cesedinin küllerinin babası tarafından donmuş bir nehre savrulmasıydı. Küllerin suyla karışıp sonsuzluğa akması gerekirken donan yüzeyde öylece kalması babanın “Yavrum burada takılı kaldı, gidemiyor.” feryadına karışırken akıllara Meriç’te kaybolanları getirir.
Basının üzerlerine gitmesi ve otopsiyi yapan doktorun gerçekleri sızdırmasıyla göstermelik bir cezayla hapishaneye düşen zalimler burada bile kendilerinden emin vaziyette yakında çıkacakları günü beklerken “vicdan” devreye girer.
“Geceleri işkence yaptığım insanların çığlıklarını duymaktan artık uyumayı unuttum.” diyen işkenceciler arasında da çözülmeler başlar. Sadece bir gardiyanın vicdanının devreye girmesiyle olay tüm gerçekliğiyle ortaya çıkar ve artık tüm zalimler derdest edilip hak ettikleri zindanlara gönderilir.
“1987” gerçekten de dramatik ve can yakıcı bir film. Bize öğrettiği gerçek ise “Zalimlerin elbet bir gün cezalarını çekecekleri ama bunun için de en azından insanlığını ve vicdanını kaybetmemiş hukukçulara, gazetecilere, doktorlara ve halka ihtiyaç olduğu.”
Yaşananlardan tam otuz yıl sonra 2017’de çekilen bu film sanki günümüz Türkiye’sinde olanların ve olacakların da bir aynası niteliğinde. Zalim her yerde aynı, yöntemleri de, amaçları da, yaptıkları da…
Günümüz zalimleri iyi bilsinler ki bu dünyada cehennemi yaşattığınız masumlar, cehennemde yanmanızın da sebebi olacaklar. Zalimler için yaşasın cehennem…
fsemih.yilmaz@gmail.com