Adam arkadaşıyla yolda yürürken havaya baktı “Bugün hava çok nemli” dedi. Arkadaşı küplere bindi “Sen bana ördek dedin” diye bağırmaya başladı.
Adam şaşırdı “yahu ben öyle bir şey demedim” arkadaşı “hayır” dedi “Sen bana ördek dedin, çünkü hava nemli olunca ne olur ? yağmur yağar, yağmur yağınca ne olur ? toplanır, toplanınca göl olur, gölde ne olur, ördek olur, sen bana ördek dedin”
Çünkü lakâbı ördekti ve bundan hiç hoşlanmıyordu, her söze bu adese ile bakıyordu.
Şimdi bu durumda suç ya da suçlu aramak doğru değil, ama “hava nemli” diyen adam mı suçlu ? “bana ördek dedin” diyen arkadaşımı haklı ?
İşte bu durumdayız.
Haddinden fazla alınganız.
İhtilâf ve linç ;
Bugünlerde dertten divâne olup, haddi aşkın sözler söylemekle, fart-ı muhabbetten divâne olup, haddi aşkın sözler söylemek arasında bir fark görmüyorum.
Halbuki, biz her dönem dengeli olmalıyız.
Fakat, hepimiz insanız bâzen kantarın topuzunu kaçırabiliriz ama yinede dikkât etmeliyiz.
İnsanlar dikkatlice ve dengelice, hareket-cemaât için hayırlı gördükleri şeyleri ifâde edebilirler.
İllâ söylenenleri alıp, farklı boyutlara çekmek, onlara kendi önyargılarımıza göre bir kılıf giydirmek ve beyânı önkabulle kendi düşüncemize göre çevirip, kendimizce “bu budur” diyerek, bir silâh olarak, söz sahibine karşı kullanmak doğru değildir.
İşte bu, en mâsum bir vasıflandırma ile “su-i zan” olarak kabul edilebilir.
Hepimizde dâvâmıza adanmışlığın gereği olarak, “en güzel” bildiğimiz mesleğimize karşı bir taassub var.
Ve bu taassub neticesinde, kendi öz kardeşlerimizi dahi, hayır söylerken, hayrı umarken, medet araken, itâbla, tahkirle, tâ’zir edip “linç” edebiliyoruz.
Gerçekten dikkatli ve dengeli olmalıyız, arkadaşlarımızı (çok özür dilerim) neredeyse “hâinsiniz” diyecek kadar hırpalamamalıyız.
Hak-hakîkât nâmına olduktan sonra, birbirimizle olan ihtilâfımız rahmet olacaktır.
İslâm, Kur’ân, Sünnet, Hizmet, Ahlâk ve insâniyetin genel-geçer temel disiplinlerine âit meselelerde hatâlar yapıyorsak, elbette birbirimizi ahiret korkusuyla uyarmamız icâb eder.
Bu durumda bile çizgiyi aşmamak gerekli değil midir ?
Birbirimizi hırpalamadan, ötekileştirmeden ve daha ağır fiiliyâta girmeden, dinlemeyi bilelim, birbirimize yardımcı olalım, olmalıyız.
Bilirsiniz hakta-hakikatte muhtelif tarz ve düşünceler rahmet, aynı zamanda hakîkâtin tecellisine hizmettir.
Ferec, mahrec ve saâdetimiz için dile getirilen samîmi teklif, samîmi serzeniş, samimâne meded arayışlarında nasıl kötü niyet olabilirki ?
Aslâ ezbere konuşmamak, niyet okumamak lâzım.
Hepimiz bir diğerimiz kadar (ne eksik, ne fazla) Hizmetimiz’i Üstâdımız’ı, Hocamız’ı ve birbirimizi seviyoruz, ne olur birbirimizi itâb etmeden, birbirimize biraz katlanalım.
“Hoş gör!.. Hoş göremezsen bari nâhoş görme!.. Nâhoş görsen de dillendirme!..” diyen bizim Hocamız değil mi ?
Elimizde Hizmet’e, Üstâdımız’a ve Büyüğümüz’e bağlılığı, kalbî, rûhi duyarlılığı ölçer bir alet yok.
Efendimiz’in (sav) Üsâme İbn-i Zeyd Hazretleri’ne (ra) söylediği gibi, hiçbirimiz hiçbirimizin kalbini yarıp bakma durumunda değiliz.
Onun için herkes içindekini konuşur, uslûb-u beyân ayine-i insân düşüncesiyle dikkâtli olmak icâbeder.
Hepimiz ağır bir imtihân yaşıyoruz, bize düşen sert söylem ve sözlerle kardeşlerimizin imtihânını zorlaştırmak yerine, sabır-sükût ile, yumuşak söz ve müdâhalelerle kardeşlerimizin imtihânını, imtihânımızı kolaylaştırmak değil midir ?
Biz, linçle değil birlikteliğin verdiği sevinçle kazanabiliriz.
Uhuvvetin gereği budur.
Bizler hayâtımızı insanlığın saadetine, din-diyânet ve âhiretine adadık, bu şuurla hareket etmeye devâm etmeliyiz.
Kaybetmek istemiyoruz, kimsenin kaybetmesini de istemiyoruz.
Hocamız hepimizi sırtlıyor ;
Meselâ, Büyüğümüz bütün bu olanlar karşısında hep merhametle susmayı tercih etti.
Sessizce, kırdıklarımızı-yıktıklarımızı onararak.
Hepimizi sırtlayarak.
Bir bayram sabahı İstanbul’da Hocaefendi’yi ziyaret ettik, kahvaltıdan sonra bizlere teveccüh buyurdu, dinledi, bizlerle oturdu, sevdiğim bir ağabeyim rüyâsını dile getirdi, ilgilendi ve tevil-tâbir etti.
Ağabeyim rüyâsında “düşmanlar tarafından çevrildiğimizi çok zor bir duruma düştüğümüzü, derken ortaya heybetli bir Koç’un çıktığını, bütün düşmânları yerle yeksân ettiğini” anlattı.
Büyüğümüz yanındaki uzun boylu talebesine döndü, “Hafız Efendi içerden Rüya tabirleri kitabını getirip, “koç” maddesine bakabilir misin ?” dedi.
Kitap getirildiği “Koç” maddesi okundu, “Rüyada koç görmek, şerefli ve muteber bir adama işarettir.“
Hocaefendi “lider” dedi “sizleri sırtlayacak, işlerinizi çözecek, düşmânları bertarâf edecek bir lider.”
Evet o gün, bugün ve evvelinde, bizi hâlâ sırtlıyor, işlerimizi çözüyor, adâveti bertarâf ediyor, Allâhın izniyle herşeyi yoluna koyuyor.
Ve biz yine birbirimize karşı bile hâlâ onun kredisini harcıyoruz, bıkmadan, usanmadan.
Her şeyde arkasına sığınıyoruz, saklanıyoruz.
Bâzen bir kalkan, bâzen açılmaz kapıları açan bir anahtar, bazen inatları kırıp yok eden bir “Koçbaşı” olarak kullanıyoruz.
Fakat Bizler de birbirimizi sırtlayarak Hocamız’a yardım etmeli değil miyiz ?
Büyüğümüz’e itimâd
Objektif bulmayabilirsiniz, âyeti kerîme “Allah’a ve Resûlüne ve sizden olan emirlerinize itaât edin”buyurmakta, kâsır fehmim ile tarihselliği yıkıp bu âyette, devrimize ait tembihler hissediyorum, intibâhımız için.
Elhamdülillâh, Rabbimiz’e ve Efendimiz’e (sav) itaât etmemiz gerektiğini hepimiz biliyoruz ama bununla berâber hakkı, hakikâti tavsiye-emreden, sizin gibi olan, sizin gibi yaşayan, içinizden, soyunu-sopunu, geçmişini, hayâtını, doğru bildiğiniz ululemre, idâreciye, âlime, fâkihe itaât edin.
Hele hele devrin sâhibini bulduğunuza inanıyorsanız, bulduysanız O’na sadâkâtle, itimâd edin, itaât edin.
Ferd-i Ferîd olân, devrin, asrın sâhibi, yoldaki klavuz, rehbere itimâd edin.
Teşhis edip eteklerine yapışmak lâzım.
Ben kendimce Hocaefendi’yi buldum.
Evet, Hocaefendi de insân, ama benim tanıdığım, gördüğüm en kâmil insân ve benim için devrin sâhibi, Üstâdımız’ın gerçek vârisi, klavuzum, rehberim.
Bence, O’nu Kur’ân ve Sünnet’e bağlılığı, ilmi, engin basîret, firâset, ubûdiyet, merhamet ve aksiyonu, vesîle olduğu hizmet ile komple değerlendirmek lâzım.
Hocaefendi bizleri mezbelelikten toplamış, bizlere hakîki insân olma ufkunu göstermiş ve oraya sevk etmiştir.
Hocaefendi, bir neslin sönmeyen, söndürülemeyen, inşâAllâh, sönmeyecek ışığıdır.
Kendine göre, realist düşünenler ne düşünürlerse düşünsünler, ne derlerse desinler, ben Rabbimiz’e inanıyorum (elhamdülillâh) ve Rabbimizin izin verdiği kuvve-i mâneviye, kuvve-i kudsiyeye inanıyorum.
Mürşîdin tâbileri üzerinde Rabbimiz’in izniyle mânevi bir kuşatıcılığı, belki de ubûdiyet ve duâsının gücüyle, izinli bir kuvve-i kudsiyesi olduğuna inanıyorum.
Süleymân Efendi Hazretleri diyor ki “Üstâdınıza itimâd edin ve cesur olun”
El emr-u ciddün.
Ufak bir sarsıntıda sarsılıp yıkılmayalım, bilirsiniz “mü’min sarsılsa da yıkılmaz”
İtirâf ediyorum, şimdilerde şâhid olduğumuz bu kadar savrulma aklımın ucundan bile geçmiyordu, şu anki hadise hayallerimin çok ötesinde, düşünemeyeceğim kadar yıkıcı, akıl edemeyeceğim kadar yakıcı, ifritten bir dönemde yaşıyoruz.
Yanıyoruz !
Çocukluğumuz kitaplarıyla geçen, hizmetlerini dinlediğimiz, Üstâdımız’ın peşinden yürüyen, kendimize temel doneler, kilometre taşları olarak kabul ettiğimiz, hâline göre şekillendiğimiz insânların savrulduğunu gördükçe içim yanıyor, demekki imtihân çok çetin diyor ve çok korkuyorum.
Yanıyoruz !
Hezeyânın, bini bir para.
Çılgın dalgalar kıyıya değil, Hizmetimiz’e, Büyüğümüz’e, hepimize vuruyor.
Nifâk şebekesinin iteklemesi ve nefislerimizin doymaz şehveti ile bir vefâ, bir itimâd, bir sadâkat depremi yaşıyoruz.
Yanıyoruz !
Allâh’ım ne olur yardım eyle bu kâbustan uyanmak istiyoruz artık !
Büyüğümüz “Bekleyin ! çok yakında her şeyin değiştiğini, size zulmedenlerin köksüz ağaçlar gibi devrildiğini, yerleyeksan olduğunu göreceksiniz, bekleyin ! biiznillâh her şey güllük gülistanlıkolacak” diyor ve ben ona itimâd ediyorum.
Rabbimizin inâyetiyle, bütün bu yapılanlar, şu görkemli hizmet, yüzyetmiş diyâra yolculuk, gösterilen hüsn-ü kabul, bütün bunlar sizce tesâdüfmüydü ?
Hâyır, hâyır !
Kesinlikle, Büyüğümüz cemaâtini hiç yanıltmamıştır.
Ne oldu bize ?
Sâdece oturup itimâd ile bekleyelim demiyorum, diyemem, elbette bu felâketten kurtulmak için gerekli olan herşeyi yapalım fakat Allâh için sabır ve sebâtla hayâtımızı teslim ettiğimiz zâta inanalım.
Kimseyi iknâ etme gibi bir mükellefiyetim, kimsenin de iknâ olmak gibi bir mecburiyeti bahis mevzuu değil.
Hizmetimiz için değil, hizmetimiz Allâh’ın izniyle bâki kalacak ve gâlip gelecektir, asla şüpheniz olmasın.
Ama, acaba bizler, acaba ? Bulunduğumuz konumu koruyabilecek miyiz ?Korkuyoruz !
Korkuyoruz, kardeşlerimiz, sevdiklerimiz, kendimiz için korkuyoruz.
Ferec ve mahrec için yazalım, çizelim, konuşalım, ama ne olur birbirimizi üzmeyelim hırpalamayalım.
Yarın yine yüz yüze bakacağız.
Herkes ayrılsa gitse, mürşîdimizi, rehberimizi yalnız bıraksalar dahi, bizler “birbuçuk” mürîd içerisinde olmaya tâlibiz, tam olamasakta “buçuk” olabiliriz belki.
Siz de istemez misiniz ?
Gerçekten, kaybetmekten korkmuyor musunuz ?
Rabbimiz yardımcımız olsun.
mansurturgutk@gmail.com