Sosyâl medyada gezinirken, arkadaşımın attığı bir tweeti gördüm, gözüm fotoğrafa takıldı, iki bahtsız polisin arasında, ihtiyâr bir delikanlı dimdik ayakta duruyordu. Hemen tanıdım ama emîn olmak için sordum, ” O mu ?” arkadaşım “evet maâlesef” dedi.
Seksen yaşında hayra hizmet ettiği için, onbir yıl ile cezâlandırılan bu onurlu simâ, zülme doymayanlarca ayrı bir zulme daha mâruz bırakılıyor, bir hayır kurumuna “ölüm kaydı” ile devrettiği evinden, yatağından dahi kalkamayan, yetmişbeş yaşındaki eşinin çıkarılmasına emir veriliyordu.
Böyle bir emrin altına imza atan şahsiyetlerin merhamet, insâf ve insâniyetten bîhaber, serâpâ zulme ayarlı olduklarını düşünüyor ve ıslaâhlarının kâbil olduğuna inanmıyorum.
Yinede Rabbimiz bilir, ama aciz kanaâtimce ıslâh olmayacakları düşüncesiyle Rabbimiz’e havâle ediyor, Allah’tan bulmalarını diliyorum.
( Bu yazıyı yazıp yazmamakta ikilem arasında kaldım, fakat daha ne kadar zulüm yapabilirlerdiki ? )
O’nu İzmir’de tanıdım, hizmete gönül vermiş esnâf ağabeylerin içerisinde (bence) ayrı bir rüçhaniyeti, ayrı bir güzelliği vardı.
Gerçi bana göre bütün esnâf ağabeylerim insanlığın iftihâr vesîlesidir.
Karabağlar’da orta halli bir mobilya dükkanına sahipti, ama oraya uğruyor muydu ? uğramıyor muydu ? bilemiyorum. Çünkü neredeyse bütün vaktini, gece-gündüz hayır hizmetlerinin peşinde koşmakla geçiriyordu.
İzmir’in o mübârek, mümtâz, muallâ abilerinden O’nu ayrı tutan özelliği ise “efevâri” bir duruşa sahip, dimdik külhanbeyi edâlı bir hizmet eri olmasıydı.
Zannediyorum hakkı anlatmak için giremeyeceği hiçbir toplum, hiçbir alan bahis mevzuu bile olamaz.
Herkesle ve her şeyle direk irtibâta geçebilir, hiç çekinmeden hakkı, hakîkati gücü yettiğince anlatabilir ve te’sir ederdi.
Etrâftan O’nun enteresân hikayelerini dinlerdiniz, herkes tanır, herkes bilir, herkes severdi.
Birgün Kemeraltı’nda yolda giderken gördüğü bir “Milli Piyango” satıcısının omuzuna dokunur.
– Bilâder sen böyle Milli Piyango satmakla ne namâz kılabilirsin, ne hacca gidebilirsin, ne de cennete girersin, der.
Adam şaşkın arkasından baka kalır.
Bir yıl kadar sonra, bu sefer kendisi yolda yürürken omuzuna biri dokunur.
– Bilâder beni tanıdın mı ? der, yüzüne bakar,
– Tanıyamadım, özür dilerim, deyiverir.
Muhatap,
– Sen geçen sene bu zamanlar benim omuzuma dokundun, Milli Piyango satıyordum, bana dedin ki “sen böyle Milli Piyango satmakla ne namaz kılabilir, ne hacca gidebilir, ne de cennete girebilirsin”
Bizimki “eee” der.
Adam “bilâder” der,
– Senin inadına Milli Piyango satmayı bıraktım, namaza başladım, bu sene hacca gidiyorum, inşaAllâh cennete de gireceğim.
İşte O bir sözüyle bir insanı intibâha getirebilen bir yiğittir, bizim böyle insanlara ihtiyacımız var.
Bir söz ile insanları intibâha getiren yiğidim, zalimlerin binbir sözü ve zulmü ile onlara boyun eğer mi ? Hayır.
Bu dönemde esnâf ağabeylerimizin duruşları, en büyük ders oldu bize.
Sigarayı ve fotörü hiç sevmez.
Hisar Camii’nde fotörü ile namâz kılan bir zâtı görünce başından şapkasını alır, yere bırakır, enteresandır adam da inâd eder, namâz içerisinde şapkasını alır başına takar.
Yine yolda giderken, sigara içen yakışıklı bir delikanlıya takılır,
– Bilâder o sigaranın boyu kaç santim? delikanlı
– Ağabey olsa olsa on santimdir,
Bizimki taşı gediğine koyar.
-Senin boyun kaç santim ? diye sorar, delikanlı
– Birseksen, deyince
– Yuh olsun sana, birseksenlik delikanlı on santimlik sigaraya mağlûb oluyorsun.
Delikanlı bu söz karşısında kalakalır ve sigarayı söndürüp kenâra koyar.
Dur bilmez, durak bilmez, hizmet bahis mevzuu olduğunda, söylenen her yere, en hızlı şekilde intikâl edebilecek bir yapıya sahiptir.
Yenge Hanım’la İstanbul’a tanıdıklarını ziyârete giderler, bir süre sonra hak-hakikat namına, bir iki yere uğramak için, kendisinden ricâda bulunan şahısla dışarı çıkar.
Afyon senin, Kütahya benim derken İzmir’e döner.
Evin kapısını çalar, ama kapı duvardır, merak eder, yan tarafta komşusu bizimkini görünce,
– Abi hayırdır, der.
– Yahu Bizim hanım evde yok mu ? Nerede olduğunu biliyor musunuz ? diye sorar.
Komşu şaşkın,
– Abi siz onbeş gün evvel berâber İstanbul’a gittiniz ya, deyiverir.
Bizimki “Eyvah” der, bir çığlık koparır, yengeyi İstanbul’da unutmuştur.
Sadece evin yolunu değil, evdekini de unutanlardandır benim ağabeyim, O’nun gibi olanlara ne kadar muhtacız.
Hocaefendi’nin çekim alanından uzaklaşmanın neticesi garib kalmak ve irtifâ kaybıdır, onlar, işte benim o mübârek ağabeylerim, o çekim alanından hiç ayrılmadıklarından büyükler, ama çok büyükler.
Bir gece vakti arkadaşının kapısını çalar,
– Filanca yerde bizi bekliyorlar, oraya gideceğiz.
Apar topar aşağı iner yoldaşı, ve ancak iki-üç gün sonra evine geri dönebilir, uzağa gideceklerinden haberi yoktur.
Fakat şikayet etmez bu durumdan, çünkü O’nun samîmiyeti karşısında şikayet değil sâdece teşekkür edilir.
Evet, O bir delidir, hakka hizmetin delisi. Hani derler ya “siz Sahâbe’yi görseydiniz onlara deli derdiniz, onlar da sizi görselerdi, acaba bunlar Müslüman mı ? diye düşünürlerdi” işte bu güzel insan “Onlar” gibidir, gördüğünüzde “deli herhalde” diye düşünürsünüz.
Bilirsiniz, yiğidin iyisine deli derler.
Evini hem talebeye, hem ilgilendiklerine sorgusuz sualsiz, her dâim açar, ikrâm etmekten, yedirip içirmekten sonsuz lezzet alır.
Bu garip de evinde yemeğini yemiştir, ilgisine mazhâr olmuştur.
Seksenli yıllarda devrin baskısı neticesinde, ara ara uzak kaldığı Büyüğümüz’ü görebilmek için girmediği kılık, yapmadığı numara kalmayan bu güzel insana, Büyüğümüz’ün kapıları her seferinde sonuna kadar açılmıştır.
O’nda büyüğümüze karşı sevgi, aşk ötesindedir.
Hepimiz böyle sevmeli değil miyiz ?
Evet her defâsında karşılık bulur, kapılar yüzüne kapanmaz, açılır, yine açılır.
Bir akşamdı zannediyorum, Bozyaka’da terâsta misâfiriz, Büyüğümüz sütlü kahve içiyor. Hemen dizinin dibinde işte bu güzel insan, biraz boynu bükük, başı eğik, dizüstü, sôfivâri oturuyor, O’nu süzen Büyüğümüz muhabbetle kendisine,
– Sen ne biçim oturuyorsun öyle, sen paşasın paşa, paşa gibi otur, dedi ve ardından kahvesini gülerek kendisine uzatı.
Evet o Paşa’dır İzmir’in Paşası’dır, bizim paşamız.
Şu sahneyi ise hiç unutmam.
Gencim, aktif, dinamik heyecanlıyım, yirmi iki yaşlarındayım, kapı-baca dinlemiyorum, bir sabâh Bozyaka’ya gittim.
Neden geldin, niçin geldin diye soran hiç kimse olmadı, beşinci kata kadar çıktım, içeriye girdim, asma geçitten terasa doğru yürüdüm, hala kimsenin bir şey sorduğu yok, terâsın kapısından içeri bakınca Büyüğümüz’ün beş-altı kişi ile oturduğunu gördüm, gayet rahat bir şekilde içeri girip, diz çöküp oturdum.
Herkes döndü bana baktı Büyümüz’de bu rahatlığa şaşırmış olacakki sohbetini yarıda kesti, Paşa Âbi yerinden kalktı, yanıma geldi, elini omuzuma attı, yanıma oturdu, ve her şey kaldığı yerden devam etti.
Ben uyandım ama geç olmuştu, Paşa Âbi’nin sahiplenmesi ile büyük bir vartayı atlatmıştım.
Eminim ahirette fırsât verseler, kendisine zulmedenleri, onbir yıl veren hakimleri, bir hayır kurumuna ölüm kaydıyla bağışladığı evinden anamızı atmaya gayret eden bürokratları bile, Rabbimiz’in huzurunda ateş karşısında sahiplenir ve hak talep etmez, kurtarma imkânı verseler kurtarır.
Çünkü onun heyecan ve hayatı nefsine değil, nesline. Kendine değil diğerlerine yâni bizlere aittir.
Bizler de onları örnek alarak böyle yaşamalı değil miyiz ?
Duruşları duruşumuz olsun inşâAllâh.
Bu vesîleyle umum kardeşlerimize Rabbimiz’den ferec ve mahrec dileniyorum.
Seksenlik ihtiyâr delikanlı, İzmir’in Paşası, benim arslan ağabeyim içinse, bir an evvel yenge hanımla kavuşmasını ve zâlimin zulmünden kurtulmasını Rabbimiz’den niyâz ediyorum.
mansurturgutk@gmail.com