AKP tarafından gaspedildikten sonra KHK ile kapatlan Zaman Gazetesi yazarlarından Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, 3 yıl 2 aydır tutuklu olduğunu belirttti. Türköne: “Rövanşist duygular içerisinde değilim. Gücü bugün elinde bulunduranlar vakit geçirmeden yeni bir başlangıç yaparlarsa kendilerini de emniyete alırlar. Yeni başlangıç dediğim hukuka, evrensel hukuka dönüş. Bağımsız yargı”dedi.
Üç yılı aşkın süredir tutuklu olan Zaman gazetesi yazarı Mümtaz’er Türköne ilk kez geniş kapsamlı mülakat verdi. Medyascop‘tan Ruşen Çakır’a konuşan Mümtaz’er Tüköne, sağlığı, yargılandığı dava, ülkedeki cadı avı, tutuklu gazeteciler ve kayyım gibi konularda görüşlerini paylaştı.Ülke adına umutlu olduğını belirten Türköne, bunu da şöyle açıkladı: ”Nitekim, çoğu kimse farkında değil ama Cumhurbaşkanı ve MHP genel başkanı “FETÖ’yü kullanmıyorlar, “FETO” diyorlar. FETO’nun terör örgütü olarak bir açılımı yok. Medyada daha önce altını çizerek “FETÖ” diyenler yaygın bir şekilde “Fettullahçı yapılanma” tabirini kullanıyorlar. Sanıyorum yakın geleceği öngörüyorlar.”
Röportajın tamamı şöyle:
Öncelikle geçmiş olsun, şimdi nasıl sağlığın?
Kalp sorunu. Meğer yüzde 20 randımanla çalışıyormuş. Hastanede konsey kararı ile iki damar değişikliği için ameliyat dediler. Jandarma ve savcılığın çıkarttığı engeller yüzünden kabul etmedim. Ameliyat sonrası bakım, refakatçi, ihtiyaçlar, bir yığın izin alınması gerekiyor. Silivri’de daha önce ameliyat olanların çektiklerini biliyorum.
Peki bu haliyle risk yok mu?
Stent taktılar. Geçici bir çözüm. Allah büyük. Ne diyeyim. Tutuklu olmak demek sadece özgürlükten yoksun olmaktan ibaret değil.
Ne kadar zamandır cezaevindesin?
Üç yılı tamamladim. İlave ikinci aya giriyoruz.
Yargı süreci ne durumda?
Hem mahkum hem tutukluyum. İkisi de gazetede köşemde yazdığım yazılardan ibaret. Yani gazetecilikten yatıyorum.
Yazılarda neler vardı?
Sadece iktidara yönelik eleştiriler. Hukuk, demokrasi odaklı eleştiriler. Türkiye’de muhaliflik ile terörist olmak arasındaki çizginin nerede başlayıp nerede bittiğini kimse bilmiyor.
Mahkum olduğun davaya dönelim. Ne kadar ceza aldın, suçlama neydi?
Mart 2016’da yazdığım bir köşe yazısı. Bülent Arınç’ın Dolmabahçe Mutabakatı üzerine söylediklerini yorumlamıştım. Kendi görüşüm olmadığını da özellikle vurgulamıştım. Galiba zirvelerde rahatsızlık yaratmış. Savcı, şu FETÖ Borsası’ndan açığa alınan İsmet Bozkurt’tu. İfademi alırken, Ceza Kanunu’ndan kulp takmakta zorlandı. Hakaret yok, tehdit veya iftira yok. Sonunda “Cumhurbaşkanı’na suikast ve fiili saldırı suçu”nu düzenleyen 310’uncu maddeden bir dava açtı. Karar duruşmasında sordum, 310’uncu maddenin içeriğini bilmiyordu.
Ne dedin?
Fiili saldırının ne anlama geldiğini, Türkçe dilbilgisi kurallarına göre elimden geldiği kadar sadeleştirerek anlattım. Sonra, bir gazete makalesi ile fiili saldırı suçu işleyebilmek için aklıma gelen tek örneği verdim. Onu da tane tane anlattım. Bu gazete makalesini makasla keser bundan kağıt uçak yapar, sonra havaya fırlatır, o da gidip birinin gözüne değer. Aklıma bir şey gelmiyor dedim.
Ne kadar ceza aldın?
4 yıl 2 ay. İstinaf onayladı. Garip, İstinaf’ın gerekçesi de yok. Ceza beş seneden az olduğu için Yargıtay’a gitmedi ve kesinleşti. Şimdi paşa paşa bu mahkumiyeti yatıyorum. Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali kararı vermesini bekliyorum.
Peki tutuklu olduğun dava?
Zaman Gazetesi davası. Şahin Alpay ile Ali Bulaç’ın Anayasa Mahkemesi’nde hak ihlali kararı verdiği dosya. Benim durumum da aynı. Ama Anayasa Mahkemesi önceliği tutuksuz sanıklara veriyor. Ali Bulaç hakkındaki kararı böyle.
O davada durum ne? Neyle suçlandın?
İstinaf onayladı, Yargıtay’da. Terör örgütü üyeliğinden 10 buçuk sene verdiler. Bu dosyada da sadece eleştiri mahiyetinde köşe yazılarım var. İki sakatlık var. Birincisi, 2014 yılı Mart ayında açılmış bir soruşturma. Suçlama da 17/25 Aralık Darbesi yapmak. İkincisi, gazete yazıları ile örgüt üyeliği arasındaki bağlantıyı nasıl kurduklarını anlamak mümkün değil. Yayınlandığı tarihte, Basın Kanunu’na göre üç aylık zaman aşımı süreci olan ve hiçbiri hakkında soruşturma açılmamış yazılar bunlar. İddianame’de on tane idi. Bu sadece başlık. Beni de cümle değil, cümle içinden çekilmiş ibarelerle suçladılar.
Terör suçlaması nasıl temellendiriliyor?
Bu çok iyi bir soru. Çünkü mantıklı, akla uygun, hukuka uymasa bile kulağa uygun gelen bir cevabı yok bu sorunun. Mevcut kanunlar sorunlu olmasına rağmen, onlara da uymuyor. Üç ağırlaştırılmış müebbet talebi ile yargılandık. TMK’daki meşhur madde de “cebir ve şiddet ile” diye başlıyor. Sonunda Yargıtay çok büyük bir keşfe imza attı ve ibareyi görmeyi başardı. Nazlı Ilıcak ve Ahmet Altan’ın kararını “cebir ve şiddet” mevcut olmadığı için bozdu.
“Onlar gazeteci değil, terörist” sözü bu duruma mı dayanıyor?
Evet. Terörist yaftası çok hafifledi. İnan bu kadar yaygın kullanımına bakarak çoğu mühim suratın “terör” kelimesinin anlamını bile bilmediklerini farkettim. Bilirsin bu kelimeyi siyasi bir kavrama oturtan Robespierre’dir. Neticede onların icadı. Bizde nihayetinde eleştiride bulunmak terör eylemi olarak görülüyor. Ekonomik terör, meyve-sebze terörü, trafik terörü gibi kullanımların hepsi yanlış. Gerçek terörü gel de tarif et, bir kalıba dök. Ne mümkün?
Umutlu musun?
Umut fakirlerden çok mahpusların ekmeği. Ben ülkem adına umutluyum. Türkiye hukuk eksikliği yüzünden önce sosyal sermayesini, güven ortamını kaybetti. Şimdi ekonomik sermayesini ve geleceğini kaybediyor. Yüksek yargıda, hukuk devletini değil ama kendi itibarlarını kurtarma telaşı var. Enkazın altında ilk kalanlar onlar. Eninde sonunda hukuka dönülecek; yoksa bu ülke her şeyini kaybeder. AYM ile Yargıtay arasında hukuka dönüş pazarlıkları hissediliyor. AİHM, vananın başında kapalı tutuyor, üzerine sel gibi gelecek davalardan ürküyor. Bu da gecikmeye yol açıyor. Ama AYM ve Yargıtay kurumsal itibarlarını bu enkazdan çıkarabilmek adına kıpırdanıyor. Mesela hâlâ hukuka dönüş değil, kurumsal-bürokratik itibar yoksa terör suçlarında bütün kanun maddelerinde daha ilk iki kelimede öne çıkan “cebir ve şiddet” şartını görmemeye çalışarak daha ne kadar karar verebilirler. Bizim için Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan kararı bir hamleydi, fiili sonuç doğurmuyor, insanlar hâlâ hapiste. Olsun, hiç olmazsa haklı olduğumuz tescil ediliyor.
Sonuçtan eminsin yani?
Elbette. Beraat edeceğimizi, bugün ortada dolaşanların “Aaa… biz bunları bilmiyorduk” diyeceklerini, özür dileneceğini, tazminatlar ödeneceğini biiyoruz. Şu tutukluluğun cezaya dönüştürülmesi meselesi var ya. Tabii medya ile ilgili bir işletim sisteminin parçası bu. Medya korkutucu bir güç. Korku da dağları bekliyor. 250 gazetecinin hapiste olmasını mertçe, dürüstçe açıklayabilecek birileri var mı?
Peki içeriden dışarıdaki atmosferi nasıl görüyorsunuz?
Duygular egemendi. “Algı oluşturmak” diye bir tabir bu döneme damgasını vurdu. Hatta böyle bir suç da icat edildi. Gerçekler değil, algılar… Algı muhakemeyle değil duygulara hitap edilerek yapılır. Ama eninde sonunda bu geçici durum sona erer ve gerçekler egemen olur. Giderek derinleşen ekonomik kriz, algıların yerine gerçekleri yerleştiriyor. Açlığı, yoksunluğu hiçbir algı ile telafi edemezsiniz.
“Deniz bitti” diyorsun
Her iktidarın dayandığı bir ekonomik iskelet vardı. O iskelet çöktü. Siyaseti “Kim, neyi, nerede, nasıl, ele geçiriyor?” sorusunun cevabı olarak tanımlayanlar vardır. Meksikalı bir şair, iktidar ağını şöyle tasvir ediyor: Bir ana iskeletten uzanan, kollar üzerine çanaklar, kazanlar, tabaklar yerleştirilmiş. Arılar çalışıp kocaman bir tankı balla dolduruyor. Biri de sabit bir bisikleti, tepesinde pedallara çevirip, bu ana tanktan bir hortumla çanakların tepesine bal pompalıyor. Bal akınca kazanları, onların altındaki kapları, taşınca küçük çanaklara dolduruyor. Bir yığın eşek arısı da bu çanaklara üşüşüyor. Şimdi hortumdan akış durdu. Yani pasta küçüldü. Bu şartlarda iktidar çarklarını işletemezsin. İktidara çelik çekirdeği içinde kavga büyür, rekabet büyür ve çözülme başlar. Kamudan kamuya geçen şirketlerden reklam gelirleri azaldı. Konut sektöründe çok az şirket ayakta kaldı, hediye olarak konut dağıtılamıyor artık. Sistem çöktü. Kalemşorlar, tetikçiler işten atılıyor.
Yanlışı nerde yaptılar?
Türkiye’nin yaşadığı ekonomik kriz, bir hukuksuzluk krizi. Hukuk aynı zamanda rasyonalite, güven ve öngörebilirlik demek. Serbest piyasa kurallarına, mülkiyet hakkına dair endişeler var. Daha önemlisi iktidar çekirdeği içindeki çözülmenin arkasında farklı çıkar grupları var. Ak Parti, 28 Şubat ve 2000-2001 krizi mağduru Anadolu sermayesinin temsilcisi olarak iktidara geldi. 2011’den sonra kent rantına ve devlet ihale ve lisanslarına dayanan müteahhitlik, dolayısıyla inşaat sektörü ile mimarisini sınırladı. Finans sektörü ile inşaat sektörü arasında kurulan karlı alışveriş reel sektörü, özellikle sanayi, imalat sektörünü dışarıda bıraktı. 2016 sonrası bir tür devlet kapitalizmine geçiş, hukuk güvencelerinin çekilmesi ile ekonominin kimyasını alt üst etti.2015 yılı Ekim ayında Davutoğlu hükümetinde Ali Babacan bir OVP (Orta Vadeli Program) açıklamış ve reel sektörü destekleyeceklerini, kredi imkanlarının öncelikli olarak bu sektöre aktarılacağını söylemişti.
Cumhurbaşkanı ile hükümet arasında bu program üzerinden kamuoyu önünde bir polemik yaşadı. Cumhurbaşkanı “İnşaat sektörünü ezdirmem” anlamına gelen bir çıkış yaptı. Bugün tam olarak bu iki farklı çıkar grubu karşı karşıya. Ne var ki inşaat sektörünü diriltmenin imkanı kalmadı. Kent rantı üzerinden ve ihalelerden çok kolay para kazanılan bu sektörde deniz bitti. Bir milyon konut stoku var ve devlet bankalarının konut kredi faizlerini düşürerek derde deva olamazsınız.
Finans sektörü?
En son şu munzam karşılıklarda devlet bankalarına ayrıcalık tanınması, özel bankaların dışarda tutulması tipik bir gösterge. Finans sektörü, yani finans kapital mevcut iktidarın artık arkasında değil.İçinden geçtiğimiz ekonomik kriz 2000-2001 krizinden çok farklı. Rakamlar çok büyük en başta. Sonra, 2001’de kriz finans sektörünün eseriydi, bugün reel sektör çöküyor. Yönetilmesi ve içinden çıkılması çok daha zor.
Siyaseti ekonomiyle açıklıyorsun. Sen içerde Marx mı okuyorsun?
Her Mülkiyeli Marksizm’i bilir. Korkut Boratav hocadan çok şey öğrendik. Daha sınıf analizi yapmadım. Ayrıca Marx, siyaseti bir üst yapı kurumu olarak ele alırken yerden göğe kadar haklıydı.
Şu FETÖ meselesine gelelim...
Gelelim, gelelim. Hemen şunu söyleyeyim. Vize muafiyeti için TMK’da terör tanımını Avrupa standartlarına uygun hale getirme sözü verdi Cumhurbaşkanı. Yargı paketinde var galiba. Bu gerçekleşirse, “FETÖ” davalarının tamamen yeniden ele alınması gerekecek. “Cebir ve şiddet” şartı dışında, çok daha güçlü bir dayanak bu. Nitekim, çoğu kimse farkında değil ama Cumhurbaşkanı ve MHP genel başkanı “FETÖ’yü kullanmıyorlar, “FETO” diyorlar. FETO’nun terör örgütü olarak bir açılımı yok. Medyada daha önce altını çizerek “FETÖ” diyenler yaygın bir şekilde “Fettullahçı yapılanma” tabirini kullanıyorlar. Sanıyorum yakın geleceği öngörüyorlar.
”FETÖ’nün siyasi ayağı” iddiasıyla alakası var mı bunun?
Cemaat, yani Gülen cemaati mensubu olmakla FETÖ’cü olmak, özdeş değil. Temel kıstas iktidara yakın veya muhalif olmak. 17/25 Aralık’tan sonra Cemaat’in temel organlarında görev almaya devam edenlerin bile bugün el üstünde tutulmasının başka açıklaması yok. Bir de her sabah gong çalan bir FETÖ borsası iddiası var. Sırf bu borsa iddiası bile FETÖ meselesinin gündemde kalmasını açıklıyor. Benim hem tutuklu hem mahkum olduğum davaların iddianamelerini yazan savcı, bu gerekçe ile açığa alındı.
”Siyasi ayak” duruyor mu?
Sorun bu kadar basit değil. 28 Şubat mağduru iki kesim olarak Gülen Hareketi ile Milli Görüş ilk defa ittifaka girdi ve aralarında bir simbiyoz oluşturdu. Daha önce Demirel’den veya Ecevit’ten aldıkları destekten çok farklı, çok ileri bir simbiyoz hali. Simbiyoz iki farklı canlı türünün yaşamının birbirine bağlı olmasıdır. Ben Cemaat’in platformlarına en geç iştirak edenlerdenim. Ülkücü kontenjanından. Abant Platformu toplantıları kabine toplantısı olarak yapılırdı.
Today’s Zaman’ın kokteylinde 2006’da hükümet tam kadro Sheraton Otel’deydi. 2008’de Kartepe’de Anayasa toplantısına Ak Parti’nin kabine üyelerinin kahir ekseriyeti ve parti kurmayları katılmıştı. Valilik, milletvekilliği gibi etkili çevre gerektiren kariyerlerde herkes hem Ak Parti çevresinde hem de Cemaat içerisinde kulis yürütürdü. Bugün Cemaat mensubu olarak hapiste bulunanların çoğu bu ilişkilere tesadüfen girenler.Fakat bu simbiyotik ilişkide asıl önemlisi Ak Parti’nin politik devşirme faaliyetlerini Cemaat’ten yapmasıydı. İlk defa adını Abant Platformları’nda duyuranlardan temayüz edip bugün iktidarda çok önemli mevkilerde bulunan çok isim var. Cemaat parti teşkilatına göre toplumun içinden dikey bir mobilizasyonla seçkinleri devşirme konusunda çok daha becerikli. Zaten temel genişleme felsefesi bu esas üzerine kurulu.
Bu devşirmelerden geçen kimler var? İktidarın tepesinde?
Eski dostlarım olduğu için isim vermeyeyim. Sen onları yakından tanıyorsun.
Peki ne düşünüyorsun onlar hakkında? Kırgın mısın?
Kırgın değilim. Sadece kendi vicdanlarına karşı hesap vermekte zorlandıklarını düşünüyorum ve üzülüyorum. Onlarınki bir seçimdi. Sonrası utançla kızarmış bir yüzle hayatlarını tamamlamak olur. Belki şu Hint fakirleri gibi, sadece mahrem yerleri bezle kapalı, ellerinde birer çanak kapı kapı dolaşıp sadaka ve at dileğinde bulunurlar. Kırklanmak derler halk arasında. İktidar sahibi, güç sahibi olup da haksızlığa, hukuksuzluğa seyirci kalmanın manevi bir kefareti olmalı.
Diyanet’in “Cemaat raporu” ile, cemaat-devlet ilişkisi konusunda bir tartışma başladı.
Çok uzun süre tartışılır. Çoğu da suya yazı yazmak gibi boşa nefes tüketmek olur. Bana sorarsan Tönnies’in “Gemeinschaft”ını bilmeyen, hele hele Durkheim okumayanların bu konudan uzak durması lazım. Cemaat evrensel bir kategori. Durkheim dinsellik ile toplumsallığın özdeş olduğunu göstererek, sosyolojinin eşik taşını yerleştirdi. Biraz belki Weber’in püriten taassubu ile ekonomi, doğrudan kapitalizm arasındaki ilişkiyi de bilmek lazım.Durkheim’in dediği gibi toplumsallık kendini dinsellik olarak dışa vurur. Bunun tersi de doğrudur. Kastettiği cemaattir. Cemaat olmadan dinsellik olmaz. Aleviliği al.
Çok güçlü bir toplumsallığı vardır. Ayin-i Cem, yani cem ile cemaat aynı köktendir. Tekrarlıyorum, cemaat evrenseldir. “Cemaatler olmasın” demek, “Din olmasın” anlamına gelir.Türkiye’de en güçlü cemaat Diyanet cemaatidir. Camiler onların, maaşlı cemaat üyeleri var, üstelik hepsi devlet memuru. İktidarla her zaman uzlaşan Muaviye tarzı bir din anlayışının kalesi halinde gücünü söndürüyor.
Peki Fethullahçılık?
Aynı zaman aralığında aynı dinamiklerle, siyaseti dışlayan, sosyal ihtiyaçlara cevap veren üç hareketi, Mısır’da İhvan-ı Müslimin, Pakistan’da Cemaat-i İslami, Türkiye’de Risale-i Nur Hareketi veya Nurculuk. Üçü de yakın zamanda kriminalizasyon işleminden geçti. Üçü de terör örgütü ilan edildi. Gülen Hareketi, Nurculuğun içinden çıkan en yeni modellerden biri. Cezaevinde cemaat mensupları hâlâ aralarında Risale-i Nur okuyup yorumluyor.
Cemaatlere dönelim. Cemaatler, bireyin yalnızlığının, çaresizliğinin eseri. Birey cemaatlere bir sığınarak olarak görüyor. Ben 12 Eylül’de de cezaevinde yatmış, eski bir kulağı kesik olarak cezaevinde cemaat mensuplarının bazen sırf başlarına böyle şeyler gelmesin diye cemaate intisap ettiklerini gözlemliyorum.
Cemaatler-tarikatlar, bireysel-toplumsal ihtiyaçlar kaldıkça varlığını sürdürecek. Mesele cemaatlerden değil, siyasi rekabetin cemaatler ve sahasındaki tezahürlerinden kaynaklanıyor. D’Holbach müesses dinleri, iktidarların teoloji politikaları olarak tanımlarken, iktidar gücünü dinlere birer araç olarak yaklaşmasını kasteder. Siyaset, daha doğrusu sivil alana karşı siyasetin hakimiyet alanı selin yükselişi gibi sular altında kaldı. Dinin siyasete müdahalesi sorunu yerine siyasetin dini özerk alanı kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirmesi söz konusu.
Müftülüklere nikah kıyma yetkisi verilmesi dinin alanının genişletmedi, siyasetin alanını genişletti. Diyanet’e fetva sorsanız dini nikahı değil, özgür iradeyle evlilik akdini anlatır. Din siyasileşiyor, iktidarlar aracılığıyla siyasi rekabet alanına taşınıyor. Olan-biten bundan ibaret.
Muaviye dini dediğim şey iktidarın dinin bütün prensiplerini kendi çıkarlarına göre şekillendirmesi. Muaviye, Emevi devletini kurarken otoritesini kabul ettirmek için insan iradesini bile reddetmişti. Cebriye ekolünün devletten gördüğü destek ve resmi himaye, otoriteye itaati sağlamak içindi.Cemaat sorununun çözümü siyasette ilişkinin şeffaf hale gelmesi, aralarında rekabet ortamı oluşturmak ve baskı altına alıp savunma durumuna sokmamaktır. Cemaatleri tartışırken kendimizi birden din-ibadet özgürlüğü tartışır vaziyette bulmayalım.Meclis-i Meşayih gibi devlet güdümünde çözümler siyasileşmeyi arttırır. Cemaat ve tarikatları, toplumsal ihtiyaçlara cevap verdikleri kendi sosyolojileri içinde tutmak gerekir.
Sistem tartışmalarını takip ediyor musun?
Maalesef. Tam bir sağırlar diyaloğuna benziyor. Yine duygu-algı dünyası ile gerçekler hem de evrensel gerçekler dünyası birbiriyle çatışıyor.
Nasıl?
İşin bir teknik, mühendislik boyutu var. Bir de siyasi meşruiyet boyutu var. Demokrasi ve hukuk devleti prensiplerine uyum sorunu.Yeni bir siyasi sistem icat ettiğini öne sürenler, evrensel birikimden habersiz demektir. 2400 yıl önce Yunanlılar bütün siyasi sistemleri kavramsallaştırıp tasnif ettiler. Demokrasi, oligarşi, monarşi gibi hala onların koyduğu isimleri kullanmamız bu yüzden. 18. yüzyıldan itibaren temsili demokrasinin gelişmesi ile ortaya çıkan “check and balance” düzenlemeleri özellikle Montesquieu ile yargı bağımsızlığı ve diğer güçlerin denetlemesi tartışmaları bitirdi. İşin özü yargı bağımsız olacak. 1789 Fransız Vatandaş ve İnsan Hakları Beyannamesi açıkça “Yargının bağımsız olmadığı durumda anayasadan söz edilemez” diye yazar.
Geri kalan mühendislik sorunu. İlter Turan Hoca, biz talebeyken basit bir şema halinde öğretirdi. İnput-output analiziyle. Destek ve talep karşılığında sistemin meşruiyet, yani rıza ile hizmet üretmesi lazım. Yargı bağımsızlığı dışında sistemin bütün sorunları teknik sorunlar ve sistem çalışmıyor. Meşruiyet üretemiyor, sorunları yönetemiyor. İdeolojik veya siyasi bir mesele değil, bir mühendislik sorunu var. Mevcut anayasal düzen içerisinde bu teknik sorunların aşılması çok zor. Cumhurbaşkanının aynı zamanda parti genel başkanı olması, özünde iktidarın aleyhine işliyor. Ekonomik krizin yönetilememesi temelde siyasal sistemin teknik olarak işlemediğinin en somut göstergesi.
Diyarbakır, Mardin ve Van Belediye başkanlarının görevden alınıp kayyum atanması ile şu çok sık gündeme gelen “beka soru”nu soracaktım.
Laf çok uzadı. Üç ile kayyum atanması demokrasinin olmazsa olmaz şartlarına aykırı. Çoğunluk yönetirken, çoğunluğun dışında kalan herkes hukuk güvencesi altında olmazsa bu rejim çoğunluk zorbalığına dönüşür. İdari bir tasarrufla iktidar partisi adına karşı tarafın seçme ve seçilme hakkı ihlal edildi. Devlet gücü kullanılarak. Etnik azınlıklar ayrı bir devlet kurma sevdasına düşünce buna bölücülük diyoruz. Çoğunluk bir kesim hukuk güvencesi, eşit siyasi haklar çemberi dışına iterse bu da bölücülüktür.Beka sendromu beyaz tavşan ürkekliğinin dışa vurumu. Türk milleti tarihte defalarca ispatlağı gibi büyük bir millet. Özgüveni yüksek bu milleti öldük, bittik, mahvolduk diye paranoyaya sürükleyemezsiniz. Beka sorunundan bahsetmek tarihte, bu milletin kendisine inançsızlıktır. Bana kim yan gözle bakabilir? Ben kimseden çekinmem, korkmam, düzen hasıl olunca gerekeni yaparım.
Geleceği nasıl görüyorsun? Duyguların, düşüncelerin ne?
Bu biraz da ‘geçmişi nasıl görüyorsun?’ şeklinde bir soru. Terörist olarak yargılanan ve halen hapiste olan bir entellektüel olarak söylüyorum; yargıçlar, siyasiler, iktidar sahipleri peş peşe hükümler verdiler. Tarihin hükmünü ben vereceğim. İnsaflı, vicdanlı ve gerçekçi şekilde. Vicdanlı olacağı için verdiğim hükme gelecek nesillerin itibar edeceğine inanıyorum.Rövanşist duygular içerisinde değilim. Gücü bugün elinde bulunduranlar vakit geçirmeden yeni bir başlangıç yaparlarsa kendilerini de emniyete alırlar. Yeni başlangıç dediğim hukuka, evrensel hukuka dönüş. Bağımsız yargı. Hukukun ve yargı bağımsızlığının olmadığı adalet reformu ilan ederek kendileri itinaf ediyorlar.Sarkaç ulaşabileceği en uç noktadan geri gelmeye başladı. Tam karşı kutba doğru yavaş yavaş yol alıyor. Bu süreci en az zararla, en az yarayla, sancıyla atlatmak, genel bir uzlaşma ve barış ortamına geçmek Allah’ın emri.Sarkaç kısa zamanda en dip noktaya gelecek. Tarihin akışını hiç kimse durduramaz. Ne var ki güç sarhoşluğu kolay geçmiyor.
Evet söz uzadı. Son sözlerini alayım.
Sana teşekkür ediyorum. Sayende seneler sonra düşüncelerimi ifade imkanı buldum. Özgür günlerde görüşmek dileğiyle.