İman ve Kur’an hizmetinin altın sayfalarına isimlerini nakşeden öyle kahraman fedakârlar vardır ki, ne zaman onların hatıralarını yâd etsem, küçüldüğümü hisseder, hakkıyla hizmet edemediğime üzülür ve bir ihsan-i İlâhî olarak omuzumuza konan bu hizmete layıkıyla dilbeste olamadığıma yanarım.
İşte 18 Eylül’de vefatının 31. Vefat yıl dönümünü idrak ettiğimiz Mehmed Özyurt, böyle muhteşem bir hizmet kahramanıydı. Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin Tarihçe-i Hayat’ının Önsöz’ünü yazan Ali Ulvi Kurucu, tarihin kaydettiği onun gibi yiğitler için şöyle der:
Tarihe şerefler veren erler anılırken
Yükselmede ruh en geniş âlemlere yerden
Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden
Geçmiş gibi Cennet’teki gül bahçelerinden…
Ne yazık ki, bu güzel insanı geç tanıdım, dünya yüzüyle hiç göremedim. Yaklaşık on yıl önce hakkında yazılmış birkaç sayfalık yazı okumuştum. Aman Allah’ım, bu nasıl bir hayattı, nasıl bir hizmet aşkıydı, nasıl bir sadakat, ihlâs, feragat, sabır, çile, infak, uhuvvet ve fedakârlık destanıydı! 43 yıllık kısacık ömrüne muazzam hizmetler sığdıran bu kahramanın o kısa hayatını okurken göz pınarlarım çağlayanlar gibi coşuyor, yüreğim erkenden uçup gitmesine karşı yanıyordu.
“Bu nasıl destan gibi bir hayat böyle, keşke hayatı yazılsa, bu örnek insanı bütün yönleriyle tanısak” diye beklerken Ahmed Ersöz’ün “Meçhul Bir Kahraman: Mehmed Özyurt” isimli kitabı yayınlandı. Hemen alıp okumaya başladım. Adeta bir pınarla coşan kalbim, bir okyanus bulmuş gibi gözyaşlarımın heyecanına eşlik ediyor, onun hizmet aşkı ve şevkiyle heyecanlanıyor, çocukluğumdan beri özlemini çektiğim hizmetleri yapamamanın acısıyla ezilip inliyordu.
“İşte hizmet insanı böyle olur. Ömrünün bütün dakikalarını, bütün saniyelerini Allah yolunda vakfetmek budur” diye ağlıyordum. Diyebilirim ki, hiçbir kitabı okurken bu kadar ağlamamıştım. Böyle bir gözyaşı selini, Mustafa Sungur Ağabey vefat ettikten sonra onun fedakarlık ve kahramanlık hatıralarını okurken yaşamıştım.
Yıllar sonra iki defa Hatay’da programım olunca kabri başına gidip Yasin ve Fatiha okuyarak dualar ettim.
Elbette ki bir gazete yazısıyla onun hayatını ve hatıralarını anlatmak mümkün değil. Ben sadece çok tanınmayan bu hizmet kahramanına dikkat çekmek, onun örnek alınacak hatıralarından kesitler sunmak istiyorum. Ve hizmet iddiasında olan herkese onun hayatını mutlaka okumalarını ve başkalarına duyurmalarını tavsiye ediyorum.
Yedi yaşında hafız olmuştu
Mehmet Özyurt, 20 Mayıs 1945’te Antakya’nın Karaksi köyünde doğdu. Yedi yaşında Kur’an’ı ezberleyerek hafız oldu. Dinî ilimler tahsil ederken 11 yaşında Çay Mahallesi Camiinde müezzinlik, 16 yaşında da imamlık yapmaya başladı. Askere gidene kadar hiçbir okul okumadı. Daha sonra çevresinin teşvikiyle dışarıdan ilk, orta ve liseyi bir iki yıl gibi kısa sürede bitirdi.
Askerlikten sonra Şükriye Hanım’la 1967 yılında evlendi. Bu yıllarda Fethullah Gülen Hocaefendi’nin vaaz kasetlerinden birkaç tanesini dinledi ve hayran oldu. En büyük isteği bir an önce Hocaefendi’yi arayıp bulmak ve vaazlarını yakından dinlemekti.
Nitekim Yüksek İslam Enstitüsü’ne girmek için İzmir’e geldi ve sınavı birincilikle kazandı. O gün akşam Fethullah Gülen Hocaefendi’yi buldu ve ilk defa sabaha kadar sohbet ettiler. O tanışmadan sonra birliktelikleri hiç kesintiye uğramadı.
Üniversiteye devam ederken 1976 yılında Bornova’daki Büyük Cami’ye imam olarak tayin edildi. O sırada aynı camiye vaiz olarak atanan Fethullah Gülen Hocaefendi ile yolları kesişti. Mehmet Özyurt için büyük buluşma ve duasının kabulü şimdi ziyadesiyle gerçekleşiyordu.
Bu yıllarda Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hiçbir dersini kaçırmadı; gittiği değişik yerlerdeki vaazlarını hep takip etti. Bornova Camii’nde vazifeye başlayınca caminin yakınında bir ev tuttu. Tam bir buçuk yıl her cuma günü, İzmir dışından vaaz dinlemeye gelen insanlara kendi evinde yemek verdi. Hayatı boyunca hep sıkıntı çeken Mehmet Hoca o sıralarda bir de kitapçılık işine girdi. Belki de hayatında ilk defa ailesi bir parça olsun maddeten rahatlamıştı. Evine ilk kanepeyi o zaman kazandığı parayla almıştı. Aslında o yine de kazandığını hizmete dönüştürüyordu. Züht ve takvasından hiç taviz vermedi. Tevazu her halinden seziliyordu. Eşinin de, çocuklarının da, kendisinin de aç kaldığı günlerin ve gecelerin sayısı hiç de az değildi. Ama kimseye hissettirmedi bu durumu. Bu süreç 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar devam etti.
Kendi evini dershane yaptı
İhtilalden bir hafta önce Fethullah Gülen Hocaefendi vaazlarını bu camide son verdi. Mehmet Özyurt imamlık vazifesini 1983 yılına kadar devam ettirdi. Asılsız bir iddia ile tutuklanmaları üzerine 28 gün arkadaşlarıyla birlikte cezaevinde kaldı ve işkence gördü.
Eşi Şükriye Hanım, “Çıktığında ayaklarını kimseye göstermiyordu” derken ne kadar hırpalandığını ve eziyet edildiğini özetliyordu. Hapishane arkadaşı Sami Çizginer, o günleri şöyle anlatıyor:
“Medrese-i Yusufiye’de beraberdik. Orada bizden daha çok sıkıntı çekti. Ayrı ayrı hücrelerde kaldık. Bir seferinde koridorda karşılaşınca, ona ‘Burada bulunmamızı nasıl değerlendiriyorsunuz?’ diye sordum. Bana, ‘Burada çekilen ıstıraplar, ebedi âlemde gül bahçesine dönecek. Burada ne kadar sıkıntı çekersek, çekelim. Biz ebedi âlemde gül bahçelerine talibiz. Hiç merak etme.’ dedi.”
Serbest bırakıldıktan bir müddet sonra 11 Nisan 1983 günü memuriyetine son verildi. O, “Bunda da bir hayır var” diyerek, iman hizmetlerini devam ettirmek amacıyla Diyarbakır’a taşındı. Kenar mahallelerin birinde eski bir ev tuttu. Eşyaları azdı. Eşi Şükriye Hanım’ın bileziklerini satarak geldikleri Diyarbakır’da, kıt kanaat geçiniyorlardı. Sokak sokak dolaştı. Neredeyse selam vermediği adam kalmadı. Talebeler için ev aradığında bulamıyordu. Karar verdi, bir gece ansızın kendi evini birkaç mahalle ilerisinde bir gecekonduya taşıdı. Eşyaların yarısını da o eski evde bırakarak oraya öğrencileri yerleştirdi. İlk ev böyle vücuda geldi. Aynı yöntemle ikincisi, üçüncüsü geldi.
Teklif edilen yardımları da kabul etmedi. Eşi bu durumu şöyle açıklıyor:
“Diyarbakır’a gittikten sonra evimize bir yıl meyve girmedi. Bir tanıdık evimize meyve getirince Mehmet Hoca ona, ‘Neden getirdin. Bir yıldır eve meyve almıyorduk. Alışmışlardı. Şimdi tekrar isteyecekler.’ dedi.”
Burada da asılsız bir iddia ve iftira ile Devlet güvenlik Mahkemesi Savcılığı kararıyla 1986 Ağustos’unda tutuklanır ve ancak Aralık 1987’de beraat ederek serbest bırakılır.
“Tam bir hizmet âşığıydı”
Diyarbakır’a gelişinden vefatına kadar bütün hayatı hep hizmet için koşturmak, öğrencilerle ilgilenmek, misafir ağırlamak, sohbet etmekle geçmiştir. O kadar ki eşi Şükriye Hanım, o günleri şöyle anlatır:
“Evliliğimiz boyunca bir kere ailece baş başa yemek yemedik. Ya misafirimiz oldu ya da Mehmed bir hizmet için evde değildi. Bir gün İstanbul’dan gelmişti. ‘Seni kimse gördü mü’ dedim. ‘Hayır’ dedi. ‘O zaman bu akşam bizimlesin’ dedim. Az sonra kapı zili çaldı. Gelen aile dostumuz Sakıp Amcaydı. ‘Mehmed geldi mi?’ diye sordu ve daha cevap vermeden içeri girdi. O akşamımız da gitmişti.”
Öylesine hizmet âşığı bir fedakârdı ki, maddî imkanı çok yetersiz olmasına rağmen Diyarbakır’da açılan bütün öğrenci evlerinde onun evinden bir eşya mutlaka bulunurdu.
Hizmet için koşturmaya düşkün olduğu kadar ibadet ve evradlarına da çok hassastı. Eşinin anlattığına göre evlilikleri boyunca sadece iki kez sabah namazına kalkamaz. Birisinde Elazığ’a sohbete gidecektir. Telefon eder ve müsait olmadığını, gelemeyeceğini söyler. Eşine de, “Ben bugün sabah namazını kaçırdım. Bu halimle Allah’ı anlatamam” der.
Yılları hizmet aşkıyla geçen bu insanın vefatına bir ay kala farklı şeyler yaşanır. Hanımı da bu durumu sezer. Bu dönemde gördüğü bir rüyayı eşine bile anlatmaz. Sadece “Hocama anlatırım.” diye konuşur. Eşi bir anlam çıkaramaz. Vefatı yaklaştıkça ondaki düşünce daha da artar. Son hafta herkesle ayrı ayrı ilgilenir, eş dost, akraba ziyaretleri yapar. Tekrar Diyarbakır’a dönen Mehmet Hoca, dinlenmeden bu kez Van’a gider. Döndüğünde yorgun ve halsizdir. O kadar ki, çoraplarını bile eşi giydirir.
Kazadan önce şehitlik sohbeti
Fazla vakit geçirmeden Urfa’ya gitmek için hazırlanmaya başlar. Evden çıkarken eşine şunları söyler: “Öleceğime hiç üzülmüyorum. Sana üzülüyorum. Arkanda bakanınız yok. Beş çocukla, ne yaparsın?” Eşi Şükriye Hanım, bu konuşmalara bir anlam veremez o sırada. Şöyle anlatıyor: “Çocuklarını öptü, ayakkabısını giydi. İçeriye bakıyordu. ‘Ne oldu’ dedim, ‘Bir şey yok’ dedi. Bir basamak indi. Döndü, baktı. ‘Ne oldu, bir şey mi unuttun’ dedim. ‘Hayır’ dedi. Gözleri ıslaktı. İnerken ben kapıyı kapattım, içimde büyük bir sıkıntı vardı. Geri açtım kapıyı, gitmemiş. Orada duruyordu. ‘Bir şey mi var’ dedim. ‘Yok’ dedi. Yüzüme dikkatlice baktı. ‘Allah’a ısmarladık’ dedi, koşar adımlarla indi. Kapıyı kapattım, hemen balkona koştum. Balkonumuz müsaitti. Aşağıya baktım gitmiş, göremedim. Onu son görüşümdü.”
Mehmet Özyurt Hoca ve arkadaşları Gaziantep ve Urfa’da bazı eğitim müesseselerinin açılışı dolayısıyla bu illerimize giderler. 17 Eylül Cumartesi akşamı Urfa’da Bayram Acar, Hasbi Şahin ve Memduh Hoca’yla birliktedirler. Sohbette, günümüzde, günahların insanı her taraftan sardığından, ihlas ve takva üzere bir yaşayışın olmadığından dert yanılır. Bayram Acar, “Bana kalırsa şehit olmaktan başka bir şey temizlemez bizi.” der. “Savaş yok, bir şey yok. Nasıl şehit olacağız ki!” denilince, Mehmet Hoca’nın verdiği cevap şu olur: “Ancak yanar kül olursak cennete gireriz.”
Sabah üç arabayla Gaziantep’e doğru yola çıkılır. Urfa’yı 14 km geçildikten sonra Mehmet Hoca önde giden arabasını durdurur. Yorgun olduğunu söyleyerek ortadaki araca geçer. Kısa bir süre sonra içinde Mehmet Özyurt Hoca’nın da olduğu araba bir tankerle çarpışır. Yanan araçta Mehmet Hoca ile birlikte Bayram Acar, Hasbi Şahin ve Halil İbrahim Çelik hayatını kaybeder.
Hasbi Hoca’yı Kahramanmaraş’a, Mehmet Özyurt ve Halil İbrahim Çelik’in naaşlarını Diyarbakır’a gönderirler. Bilahare memleketi Antakya’da babasının yanına defnedilir. Bayram Acar’ın cenazesi de İstanbul’a getirilir. Cenaze namazını Fatih Camii’nde Fethullah Gülen Hocaefendi kıldırır.
Hocaefendi: “O büyük mertebenin insanıydı”
Fethullah Gülen Hocaefendi, “Bir Yiğit Vardı” başlığıyla özel olarak kaleme aldığı bir yazısında merhum Mehmet Özyurt Hoca hakkında şöyle diyordu:
“Mehmet Hoca’da çok farklı kemâlât emareleri gördüm. O, Antakya’dan gelip İzmir’de İlahiyat okurken fakirin hiçbir dersini kaçırmamıştı; hep halkada bulunmuş, kamilâne bir hâl ve edeple dersi dinlemiş, bir kere olsun bilgiçlik tavrı sergilememiş ve varlığını hissettirme çabasına asla girmemişti. Oysaki ufku itibarıyla o derslere çok ihtiyacı yoktu ama merhum, yüksek karakterinin gereği olarak kitabı elinden hiç düşürmemiş ve senelerce bizimle beraber satır satır ders takip etmişti.
“Merhum Mehmet Özyurt’un uçup gidişinin ardından çok ağladım. Efendimizin Hazreti Hamza’ya veya Hazreti Cafer’e ağladığı gibi ağladım. O kadar ki, ağlamaktan gözümde yaş kalmadı, desem sezâdır. Onun firkatinin ağırlığından belim kırıldı zannettim, çok acı çektim. Yanılmıyorsam, bir hafta sonraydı; rüyama misafir oldu. Rüyada, onun öbür âlemden geldiğinin farkındaydım. ‘Seni çok özlüyorum; arasıra ziyaret etsen olmaz mı?’ dedim. ‘Tamam, yine gelirim’ deyip ayrıldı. Aynı gün, belki de aynı anda yakaza halinde kendi evine de gitmiş, ailesini de ziyaret etmişti. Kısa bir süre sonra da, söz verdiği gibi yine rüyama misafir olmuş, hasretime su serpmişti.
“Belli ki, o büyük bir mertebenin insanıydı; Allah nezdinde bir hususiyeti vardı. O bizim bildiğimiz usullerle değil, fakat başka bir yolla ‘bekabillah maallah’ ufkuna ulaşmıştı.”
Yanarak şehit olan Mehmed Özyurt ve arkadaşlarının son hâli de ibretliktir. Bu konuda Hocaefendi aynı yazıda şöyle diyor:
“Dört arkadaşımız kaza yaptığı sırada onların ardındaki arabada bulunanlar bana telefon etmişlerdi. Oradaki manzarayı anlatmışlar; hepsinin ‘Allah, Lailahe illallah’ diyerek ahiret koridoruna girdiklerini nakletmişlerdi. Vefat ettiğinde Mehmet Hoca’nın ve diğer bir arkadaşın işaret parmağı hâlâ yukarıdaydı, O’nu işaret ediyorlardı.”
Hocaefendi’nin şu değerlendirmesi ise, onun yüce makamının enginliğini göstermesi açısından dikkate şayandır:
“Mehmet Hoca, öyle farklı bir çizgi takip etti ki, kendi kriterlerim açısından, tanıdığım onca insan arasında Allah’a onun kadar yakın pek az kimse gördüm diyebilirim. O, ufku engin bir âlimdi; düşünce dünyasıyla aksiyonu atbaşıydı.”
Rabbim dünyada hayatını öğrenip rehber edinmeyi, ahirette de komşu olmayı nasip etsin.