İbn Kesir, El-Bidâye ve’n-Nihâye adlı eserinde Hz Ömer’den “el adl’ü esas’ul mülk”, yani adalet mülkün (temelidir) esasıdır, sözünü nakleder.
Burada Hz Ömer devletlerin adalet üzerine kurulduğunu, adaletten uzaklaşan rejimlerinse çökmeye mahkum olduğunu ifade eder. Şimdi gelelim günümüze. Türkiye’deki siyasi iktidar ve ortakları her halde bu gerçeğin farkına yeni vakıf olmuşlarki kalbi duran yargıya suni teneffüs ve kalp masajı yapma kararı aldıkları gelen bilgiler arasında. Evet ülkemizde artık tamamen şirazeden çıkan, oksijen çadırında can çekişen, Perinçek’in deyimiyle, siyasetin köpeği olan yargı, siyasi iktidarın fildişi kulelerini temelinden sarsmaktadır. Bugün, hukuk ve yargının ayaklar altında dolaşmasının en büyük sorumlusu AKP iktidarıdır, fakat iktidarın tek sorumlu olduğunu iddia etmek de çok sağlıklı bir argüman değildir. Aslında bu sorun’un temel kaynağı yılladır süregelen zihniyet problemidir.
Bu zihniyet problemi toplumun her hangi bir ferdinden, akademisyenlere, hukukçulara ve siyasilere kadar hakim olan “devlet baba”, daha doğrusu “devletin yargısı” anlayışıdır. Hukukun üstünlüğünün tesis edildiği sistemlerde devletin yargısı diye bir tanım yoktur, yargı milletin yargısıdır. İleri demokrasilerde yargı önüne çıkarılan bir vatandaşın dosyasında, örneğin, “People verses John Smith” (halk John Smith’e karşı) gibi bir ibare vardır. Bu ibare, halkın haklarını çiğneyen zanlınıyı, yargı halk adına yargılar manasını taşır. Bununla beraber masumiyet karinesi, yani bir kişinin şüpheye mahal bırakılmayacak şekilde, sağlam delillerle suçu kesinleşmediği sürece, kişi suçsuzdur, hukuku çok iyi uygunlanır. Hukuk temel hakların korunması için vardır, öyleki, bin suçlunun serbest kalması, bir masumun haksız yere ceza almasına tercih edilir.
Peki, devletin yargısı tanımındaki mahzur nedir? Hukukun üstünlüğü prensipi açısından bu tanımda iki temel çelişki vardır. Biricisi bu tanım, devleti idare edenlerin, yani ‘yürütme’nin yargısı’ tanımıyla eşanlamlıdır, dolayısıyla, devlet kimler tarafından idare ediliyorsa, yargı da onların yargısıdır, demektir. Buna göre hukukun üstünlüğü sağlanmamış olur, dolayısıyla hukuk siyasi iradenin boyunduruğu altına girer. Aslında adaletin tesisi için hukukun bağımsızlığı ve tarafsızlığı elzemdir. Bu konuda geçenlerde Avustralyada gerçekleşen bir hadiseyi örnek verelim.
Geçtiğimiz günlerde Liberal parti hükümeti Avustralya’ya sığınmacı olarak gelen bir Tamil ailenin SriLanka’ya deport edilmesine karar vermişti. Federal mahkeme, ülkelerine gönderildiklerinde hayatlarının tehlikede olacağı ihtimaliyle, yürütmenin kararını engelledi ve aile son anda uçaktan indirildi. Davaları devam etmekte ve önümüzdeki günlerde büyük ihtimalle yargı, yürütme’nin kararını bozacak ve aileye Avustralya’da oturum izni verilecek. Bu örnek hukuk’un yüretme’den bağımsız olduğu demokratik bir rejimin insani bir uygulamasını gösterdiği gibi, hukukun üstünlüğünün ne kadar önemli olduğunun da en bariz örneğidir.
Şimdi gelelim devletin yargısı tanımındaki ikinci hukuki çelişkiye. Bu anlayışın hakim olduğu bir rejimde, kendisine devlet tarafından hukuksuzluk yapılan bir vatadandaş nereye gidecek, hakkını nerede arayacaktır? Her halde devletin yargısı olarak tanımlanan bir yargının kapısında hakkını araması mümkün değildir çünkü burada kuvvetler ayrılığı diye bir devlet modeli yoktur, dolayısıyla yargı bağımsız değildir. Bu durumda hukukun üstünlüğünden bahsetmek de absürttür.
Evet, adalet mülkün temelidir, yani esasıdır. Burada İslam doktirinlerini savunan siyasi iktidarlara da bir hatırlatma yapalım. İslam hukukunda ‘makasıd-ı şeriat’ adı altında insanların temel haklarını koruma altına alan beş hukuki kural vardır. 1. Hayatın korunması (insan hayatının koruma altına alınması) 2. Mülkün korunası (şahsi mülkün korunması devletin taahhütü altında olması) 3. Aklın korunması (insanların akıl sağlığının ve onurlarının korunması) 4. Dinin korunması (İslam dininin ve insanların genel inanç hürriyetinin korunması) 5. Neslin korunması (Neslin, aile yapısının muhafazasıyla korunması). Şimdi, İslam ülkelerinde iktidara gelen siyasal İslamcılara soruyoruz, özellikle Türkiye’deki siyasi iradeye soruyoruz, yukarıda İslam hukukunun olmazsa olmazı olan hangi insan hakkını korudunuz?
Hayat hakkını koruyamadığınız gibi, yüzlerce insanın hayatını kaybetmesine sebeb oldunuz. Şahsi mülkü koruyamadığınız gibi, vatandaşın şahsi mülküne bizzat kendiniz çöktünüz. Aklı koruyamadığınız gibi, binlerce masumu cezaevlerinde hukuksuzca süründürerek, işlerinden ihraç ederek, açlığa mahküm ederek akıl sağlıklarını bozdunuz. Dini koruyamadığınız gibi, onu tahrif ve tahrib ederek yolsuzluğa, hırsızlığa, rüşvete, haksız kazanca ve daha nice haramlara kılıf uydurdunuz. Nesli koruyamadğınız gibi, aileleri paramparça ettiniz.
Bugün, geçde olsa hukuka suni teneffüs uygulama kararınız, şayet doğruysa, güzel bir haber. Bu müsbet teşebbüsünüzdeki samimiyetiniz bile tartışılır ama temennimiz odurki, planlanan yargı reformu sayesinde, bir nebze de olsa, hayatlarını kararttığınız binlerce masumun yüzü güler, çektikleri sıkıntılar biter.