Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Haluk Savaş: ” Biliyorum ki benden çok daha büyük acılar yaşayan insanlar var. Nehirden geçerken ölenler, hapiste kanser olanlar, hapislerde çürüyenler, çocukların başına gelenler, çocukların Çocuk Esirgeme Kurumları’na teslim edilmesi vesaire. Tahminen hapiste 30 bin civarında insan var. 200-300 bini de tarihte Yahudilerin gördüğü zulme benzer çok ağır, travmatik zulümlere maruz kaldı.”dedi.
Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Haluk Savaş, Olağan Üstü Hal (OHAL) döneminde çıkartılan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile 1 Eylül 2016’da Gaziantep Üniversitesi’ndeki görevinden ihraç edildi. Aynı ayın sonunda da gözaltına alınarak tutuklandı. İki aya yakın hapishanede kaldı. Bu sırada kanser hastası olduğu anlaşıldı. Buna rağmen tekrar hapishaneye gönderildi. Tedavisi aksadı, bilirubin düzeyleri 20’ye kadar çıktığı halde bir hafta on gün, dört duvar arasında tutuldu.
Gecikmeli de olsa ameliyata alındı. Her ne kadar başarılı bir ameliyat olsa da (ameliyattaki) yüzde 6 ölüm riskini göze almıştı. Cerrahinin en büyük ameliyatıydı, tam 9 buçuk saat sürdü. Kendi anlatımıyla “kötü bir hastalık, en ağır kanserlerden biri” ile mücadele ediyordu. Safra yolu kanseriydi ama pankreasta da vardı. 39 ay ömrünün kalacağını istatistikler söylese de bunun 35 ayı geçti, “Çok şükür iyiyim, yaşıyorum” diyor.
Kanser tedavisi için Almanya’nın Köln kentinde bulunan Prof. Dr. Haluk Savaş, “İnsanları fişleyenler, işinden edenler, aç bırakanlar, işkence edenler, hasta insanları tahliye etmeyip hapiste ölmesine neden olanlar çok yakında hesabını verecek. Yaşarsam hiçbirinin peşini bırakmayacağım, benden ve yargı önüne çıkmaktan kurtulamazlar” dedi.
Yaşadıklarını Kronos’tan Alin Özinian ve Selahattin Sevi’ye anlatan Savaş, KHK ile mağdur edilen akademisyenlerin ve son dönem mağduriyetlerinin simge isimlerinden biri oldu.
2019 yılının ocak ayında beraat etse de temel seyahat özgürlüğünden mahrum edilen Savaş, sonunda pasaportunu alabildi. “Kamuoyu baskısıyla, yeryüzündeki tüm iyi insanların sağcı solcu, dindar ateist vicdan sahiplerinin desteği ile pasaportuma kavuştum. Hükümet ve devlet yetkilileri bu toplumsal duyarlılığı dikkate almak durumunda kaldılar ve geri adım atıp KHK’da pasaport iptali yazmasına rağmen istisnai bir durumla pasaportumu bana geri verdiler. Umarım Türkiye’deki 515 bin tahditli pasaportu olan, temel seyahat hürriyetinden uzak olan tüm insanlara da bu seyahat hürriyeti tekrar verilir. Aksi halde bu anayasal hürriyetten uzak olmak çok acı.” ifadelerini kullanan Prof. Dr. Haluk Savaş, tedavi için geldiği Almanya’nın Köln kentinde Kronos’a konuştu. Sağlık durumu ile ilgili ise sevdiklerine ve aktif olduğu sosyal medyadaki takipçilerine güzel haberleri var: Çok şükür iyiye gidiyorum. Tedavinin neticelerini şimdiden kestirmek mümkün değil maalesef. Bir hafta kadar burada tedavi göreceğim. Sonra ülkeme dönüyorum. Daha demokratik, daha insancıl, herkesin hayatına, yaşama hakkına, insani değerlerine, düşüncelerine değer verildiği, herkesin saygı gördüğü daha demokratik bir Türkiye’de insanlarla kucaklaşmak istiyorum. Desteğiniz için çok teşekkür ederim.
Kronos’taki röportaj şöyle:
Hocam öncelikle geçmiş olsun. Sağlık durumunuz nasıl, ne tür bir tedavi süreci yaşıyorsunuz?
İlginç bir yöntem uygulanıyor. Bir virüs veriyorlar vücuda. O virüs kanserli hücreleri bulup işaretliyormuş. Böylece vücut kanser hücrelerini tanır hale geliyor. Biraz halsizlik de yapıyor. Kanserin en büyük zorluklarından biri tümör hücresinin vücut tarafından fark edilemeyişi. Vücut savunmadan düşüyor. Düşmanı tanımıyor, dost gibi davranıyor. Veya yabancı gibi algılamıyor. Bir ısı uyguluyorlar, ısı ile de tümör hücrelerini harekete geçiriyorlar. 42 dereceye kadar ısı veriliyor. Normal vücut sıcaklığının 5 derece üzeri. Bunu elektromanyetik dalga ile yapıyorlar, ben ısıyı hissetmiyorum, vücudun derinlerine gönderiliyor. Üçüncü yöntem ise bizden kan aldılar, beyaz hücreleri ve tümör hücrelerini ayırt edecekler. Bu iki hücreyi karşılaştıracaklar ve hatta beyaz hücreleri kök hücre olarak yetiştirip iki hücrenin birbirini tanımasını sağlayacaklar. Savunma hücresi tümörü de “ayrıca” tanıyacak. Bunlar deneysel aşamalardaki tedaviler tabii. Tam oturmuş değil. Ama yine de Avrupa Birliği fonluyormuş. Ama biz tamamen kendi imkânlarımızla buraya geldik. Türkiye’de bu işi yapabilecek tanıdığım birçok yetişmiş insan var. İnanıyorum ki bu yöntemler birkaç seneye Türkiye’ye de getirilir. Çok karışık sistemler değil bunlar.
Tedavi ne kadar sürüyor?
Günlük bir saat. Yaklaşık onar günlük seanslar halinde olacak. Üç kere geleceğim buraya. Ekim ve Kasım aylarında.
YAŞARSAM HİÇBİRİNİN PEŞİNİ BIRAKMAYACAĞIM
Yani birilerinin zannettiği gibi geri dönmemeniz söz konusu değil
Tabii ki. Ben gerçek anlamda tedavi amacıyla buradayım. Ülkemde beni terörist ilan etseler de yine evime geri döneceğim. Medeni bir şekilde yaşayıp medeni bir şekilde haklarıma sahip çıkacağım. Elbette çok travmatik olaylar bunlar. Ve ateş düştüğü yeri yakıyor, başkasını bu konuda anlamamız o kadar kolay değil. Ben bir psikiyatristim, işim bu durumda olan insanları anlamak. Yaşadıklarımla bu durumdaki insanları daha iyi anlama imkânı geliştirmiş oluyorum. “Benim acılarım büyüktü” anlamında söylemiyorum. Biliyorum ki benden çok daha büyük acılar yaşayan insanlar var. Çok tuhaf öyküleri sosyal medyada görüyor ve okuyoruz. Nehirden geçerken ölenler, hapiste kanser olanlar, hapislerde çürüyenler, çocukların başına gelenler, çocukların Çocuk Esirgeme Kurumları’na teslim edilmesi vesaire. Tahminen hapiste 30 bin civarında insan var. 200-300 bini de tarihte Yahudilerin gördüğü zulme benzer çok ağır, travmatik zulümlere maruz kaldı. “Yapılan soykırımdır.” ifadesini henüz kullanmıyorum. Fakat bunu diyebilecek bir ortamın olduğunu ve bu görüşü savunanların da olduğunu biliyorum. Tarihte benzer olaylardan yola çıkıp “bir gruba karşı girişilen sosyal-kültürel vs. linç girişimini 8-10 maddede sıralayıp bunun soykırım olduğunu söyleyen yazar ve düşünürler var. Bildiğim kadarıyla soykırım tabiri 1948 tarihinde ortaya çıkıyor. Hukukun temel mantığına göre alınan yeni karar geriye doğru işletilemez. Ama bu konuda istisna yapılıyor ve geriye doğru işletiliyor. Yahudilerin ve Ermenilerin yaşadıkları bu kavram altında ele alınıyor. Bu da insan hayatına karşı yapılan haksızlıkların hiçbir zaman cezasız kalmayacağını göstermesi açısından önemli. Türkiye’de yaşananlar ileride soykırım olarak kabul edilir ya da edilmez bilmiyorum. Ama ben ‘kırım’ kelimesini kullanıyorum. Türkiye’de yapılan bir kırımdır. Bu kırımın hesabı verilecek. İnsanları fişleyenler, işinden edenler, aç bırakanlar, işkence edenler, hasta insanları tahliye etmeyip hapiste ölmesine neden olanlar çok yakında hesabını verecek. Bunların hepsi insanlık suçu. Bunlardan bazıları benim başıma geldi. Onları isim isim biliyorum. Yaşarsam hiçbirinin peşini bırakmayacağım, benden ve yargı önüne çıkmaktan kurtulamazlar.
Bu travmayı yaşayan erkek, kadın ve çocuklar gelecekte nasıl bir hayat yaşayacak?
Bu travmaların bir kısmında olumsuz sonuçlar olabilir. Ama ben önemli bir kısmının olumlu sonuçlanacağını düşünüyorum. “Psikolojik büyüme” adı verilen bir kavram var. Özellikle meme kanseri hastalarında çalışılmış. Yaşadınız sıkıntı ya da hastalık sayesinde bu tip acıları yaşayan insanların neler düşünebileceğini öğreniyorsunuz ve bu öğrenme sizi başka birine dönüştürüyor. Bu travmalardan çıkanların önemli bir kısmı daha insanlaşmış olarak çıkacak.
Tedavi için Almanya’ya geldiniz ama fişleriniz de arkadan geldi. Adınız yine baş köşede. Oysa siz yargılandığınız davalardan beraat ettiniz. Sizi fişlemekten bıkmadılar mı?
(Gülüyor) Beni fişlememişler, KHK’lı platformunu fişlemişler bu sefer. Kişi olarak yokum, acımışlar hastalık kontenjanından. Ama ben tabii yine yazdım aleyhlerinde. Çünkü fişleme bence bir insanlık suçu. Her şeyin ötesinde ahlaksızca bir şey. Yasal cezasını falan geçelim, ahlaksızlık. Mesela ben burada bakıyorum, “şu kadının üstünde beyaz kıyafet var, bizden değil.” diye yazıyorum. Tanımadığım biri hakkında. Niye, öbürleri gibi değil, beyaz giyinmiş. Beyazları listeliyoruz yani. Ahlaksızlık bu.
Peki, Türkiye’ye dönmek dönmek sizi tedirgin etmiyor mu, korkmuyor musunuz?
Korkmuyorum, neyinden korkacağım. Söyleyenler oluyor, aman geri dönme, ülke karışır, şunlar olabilir? Ne olabilir kardeşim. O zaman da söyledim, hani gidenlere saygı duyuyorum, bir şey söylemiyorum. Sonuçta ben orada yaşadım, vücudundaki Rus kurşunu ile öldü dedem, İstiklal gazisidir. Doğu cephesinde Ruslardan kurşun yemiş ve seneler sonra o Rus kurşunuyla öldü. O kurşun orada kalmış, o zamanlar röntgen cihazı yok. Akciğerine yediği kurşunun orada kaldığı anlaşılamıyor. İstiklal gazisi bir subay, yüzbaşı… O insan orada kan dökmüş ve o coğrafyayı kendisine yurt edinmiş bir Çerkes. Dünyaya bakışı öyle. Gitmiş Kürt isyanlarını bastırmış, ninem Kürt. İsyancı bir ailenin kızıyla evlenmiş. Bu topraklarda benim ailemin emeği var, bırakmam. Bir gün gitmek, terk etmek zorunda kalırsam belki giderim ama bilirim ki orası benim toprağımdır. Tamam çok özel bir şey yüklemiyorum, “devlet vatan, toprak” hani… Bunları benim için çok özel anlamlar ifade etmiyor. Ama “bedeli ödenmiş” bir şey. Ben orada “kiracı değilim. Ben orada ev sahibi”ydim, ev sahibiyim, onu anlatmaya çalışıyorum. Dedemin adı Mustafa Asım Savaş, babamın dedesinin adı da Tayyar Savaş. Tayyar Aron hatta. Hani Yahudi miyim, diye de baktım ama Çerkes. Aron diye yazılmış Harun kelimesi. O dönemde yazılışı öyleymiş. Öbür tarafta da babamın annesi de Kürt, Bedirhan Beyin soyundan. İstanbul’da doğmuş. Kılıç Yarası Gibi romanında anlatılır Bedirhan Bey ailesinin İstanbul’daki yaşantısı. Çocuklarımdan birine Bedirhan Bey’in ismini koydum atalarını bilsin diye ama ben Kürt milliyetçisi değilim. Oğlum hiç değil. Belki biraz da Kürt milliyetçiliğine gıcık.
Anne tarafı…
Anne tarafı da Nogay Tatarı, (bu yüzden de küçük çocuğumun adını Giray koydum) onları da araştırdım. Stavrapol’den gelmişler çok da uzak değiller babamlardan. Babamın ve annemin geldiği coğrafya birbirine yakın, 100 kilometre var belki. Gabardey cumhuriyeti ve Stavrapol. Sert Kafkas ırkları…Yüzde 75’i Kafkasya kökenli bu insanların hiç kimseye eyvallahı yok. Ruslar Kafkasya’yı Osmanlı’dan devralır, Rus general Çerkes yaşlısına, “Artık buraların hesabı bizden sorulur. Sultan buraları bize verdi.” der. Çerkes yaşlısı, “Ey general şu ağaçtaki kuşu görüyor musun?” der, “O kuşu sana verdim, hadi git tutabilirsen. Osmanlı bizi teslim etmiş olabilir ama tut bakalım tutabiliyorsan.”
Sizi kim tutabilir?
Esas olan insan onurunu taşıyan herkes her çağda doğru, hakikate dayalı olarak cesaretle direnme kapasitesine sahiptir. Kur’an da anlatıyor, peygamberlerden daha hak yolda olan biri var mıdır? Yok, çocuklarının bir kısmı isyan etmiştir ve kabul etmemiştir mesela. Ben bunu değerli buluyorum. Peygamberin çocuğu dahi o yolu tercih etmeyebilir, seçme hürriyetidir. Ya da akrabaları… Bu toplumda her zaman hakikati seçme hürriyetinin açık olduğunu gösterir. Firavuna bakalım, çağımızdaki diktatörlere veya faşistlere göre ne kadar demokrat olduğunu görürüz yani. Musa ile açık oturumu tırnak içinde kabul etmiştir yani. Doğru mu, kendi sihirbazlarıyla Musa arasındaki bir yarışmaya, münazaraya fırsat vermiştir. “Televizyona çıkmıştır” yani özetle. Firavun veya adamları “televizyona çıkmıştır” Musa karşısında.