Nazlı Ilıcak*
Kulaklarımda annemin sesi bana fısıldıyor: “Mini mini kızım”
Gülerek ona cevap veriyorum: “Mini mini annem”
Oysa İstanbul’da Emniyet’in nezarethanesindeyim. Annemi çoktan kaybettim. Ve ben burada tek başına, yapayalnızım. Demir parmaklıklar üzerime kilitlendi. Odada nöbetçi bir kadın polis masada oturuyor. Saatimi, kitabımı, her şeyimi aldılar elimden. Ne kalem, ne kâğıt… 40 santim eninde ahşap bir bank; tutuklu dilerse oraya uzanıp uyuyabiliyor; bir de, pis kokan, kirli üç beş battaniye…
Annemi düşünüyorum. Onun şefkatine, beni sarıp sarmalamasına ihtiyacım var.
“Mini mini annem” diye mırıldanıyorum.
Küçükken beni “Mini mini kızım” diye severdi. Ben de ona “Mini mini annem” cevabını verirdim.
Saat acaba kaç oldu? Ara sıra, nöbetçi polis memuruna soruyorum. Saatler geçmek bilmiyor. Çocuklarımın Emniyet’in kapısında olduğunu öğreniyorum. Beni görmelerine izin verilmiyor. Ah bir görebilsem, ellerini tutsam, onlardan cesaret alsam. Avukatla görüşmek de yasak. Darbe teşebbüsü sonrası ilan edilen OHAL bütün ağırlığıyla devam ediyor.
Filim şeridi zihnimde geriye doğru sarıyor. Bodrum’dayım. Deniz kenarındaki evimin terasında keyif çatıyorum. Mutluyum. Ertesi gün Briç grubum gelecek. Ardından oğlum, gelinim ve torunum. Odaları hazırladım; yatakları yaptım. Çok güzel, eğlenceli günler beni bekliyor. Sevinçliyim. Dudaklarımda tebessüm, hayallere dalıyorum. Torunum Kemal’e oyuncaklar satın aldım; bir sürü. Salıncağını kurdum. Kendime de bir bisiklet aldım. Sahilde Kemal’le beraber bisiklete bineceğiz… Meğer ben misafir ağırlamaya hazırlanırken, kaderin başka hesapları varmış. “Hayat sen planlar yaparken başına gelenlermiş” diye boşuna dememişler.
Birden asistanım Arzu’yu gördüm. Telâş içindeydi. “Bir şeyler oluyor Nazlı Hanım” dedi. “Televizyonu açın” Koştum, televizyonu açtım ve o korkunç manzarayla karşılaştım. Boğaziçi köprüsünün, Avrupa’dan Anadolu’ya geçen kısmı askerler tarafından tutulmuştu. Polis, askere karşı harekete geçmişti. “Darbe” deniliyordu ama daha önce yaşadıklarıma hiç benzemiyordu. Ordu içinde, emir komutaya uymayan bir kalkışma diye düşündüm. 27 Mayıs’tan beri yaşadıklarımı hatırladım; içim cızzz etti. Türkiye’nin başına yeniden çorap örmeğe kalkışanlara lânet ettim. Tam bitti derken tekrar başlıyordu ülkemizde bir başka darbe serüveni.
Peki ben neden tutuklandım? İşte buna bir anlam veremiyorum. Benim darbeyle ne ilgim var?
Nezarethanede saatler geçmek bilmiyor ve ben zihnimdeki sorulara bir cevap bulamıyorum.
Yavaş yavaş uyku bastırıyor. Battaniyeleri yere serdim ve üzerine kıvrılıp yattım. Hırkamdan da kendime yastık yaptım.
Darbeden bir hafta sonra akşam üstü beni Nuray Mert aramıştı ama, telefon yanımda olmadığı için cevap verememiştim; geri aradım; telefonu kapalıydı. Orada burada “Nazlı Ilıcak tutuklanacak” diye yazılar çıkıyordu. Gülüp geçiyordum. Neden tutuklanacaktım ki! Ben ne yapmıştım! Şahin Alpay bir mesaj atmış; “Yazılanlar doğru mu?” diye sormuş. İliştirdiği belgeyi açamadım.
Neler oluyordu?
O gece yarısı telefonum çaldı. Kızım Aslı İstanbul’dan arıyordu. Endişe içindeydi. Çengelköy’deki evimi polis basmış.
Ben “Herhalde Bodrum’a da gelirler” dedim. İçine birkaç parça eşya koyduğum bir çanta hazırladım.
Babamı hatırlıyorum… 27 Mayıs darbesi olmuştu. Babam ilk tutuklananlardan değildi. Küçük bir valiz hazırlayıp, yatağının altına yerleştirmişti. Her gün kaygıyla tutuklanacağı günü bekliyordu. Ben belli etmiyordum ama çok korkuyordum. O tarihte 16 yaşındaydım. Gazeteler, bizlere hakaret yağdırıyordu. Birçok dost evimizden ayağını kesmişti. Mevsim yazdı. Lâkin ülkenin üzerinde kara bulutlar dolaşıyordu. “Ordu gençlik el ele” diye sevinç çığlıkları atanlar vardı. Ben de gençtim, fakat sevinemiyordum. Aksine üzerimize bir kâbus çökmüştü.
Haziran’ın ilk haftasıydı. Birden Kalender’deki evimizin etrafını polis ve asker sardı. Babamın eline valizini verdiler; bir kucaklaşmadan sonra alıp götürdüler. Ona ne yapacaklardı? Nereye götürüyorlardı? Daha o an babamın hasreti içime çöktü. Acaba onu bir daha görebilecek miydim? Bir ömür boyu o sahne gözümün önünden gitmedi. 27 Mayıs travması benim hayatımı derinden etkiledi. Özgürlüklerin kıymetini o zaman anladım. Siyaset, asker çizmesi altında ezilirken, hukuk ve adaletin değerini kavradım. Babası yaşarken öksüz kalmanın acısını tattım.
Nezarethanedeyim… Hava sıcak… Ufak bir pencereden hafif bir esinti geliyor. Dışarısını hayal ediyorum; güneş ışığını özlüyorum.
Bodrum merkezdeki Emniyet Müdürlüğü’ne sabah saat 8’de asistanımın refakatinde teslim olmaya gittim. Saatlerce bir odada bekletildim. Sigara, çay, kahve içmeme izin verdiler. Bir telefon hakkım vardı; Mehmet Ali’yi aradım. Kırık dökük üç beş cümle:
“-Nasılsın?
-Ben iyiyim… Gözaltındayım. Bana bir avukat bulun…”
Bodrum’dan İstanbul’a arabayla mı gidecektim? Yoksa uçakla mı? “Parasını siz öderseniz uçakla gidebilirsiniz” cevabını aldım. Çok şükür! Çok şükür ama, havaalanında ve uçakta karşılaşacağım insanlar kim bilir ne düşünecekti? Yanımda polis memurlarını görünce ne diyeceklerdi? Bodrum’daki savcı, ellerimin kelepçelenmemesine izin vermişti. Böylece çok fazla dikkat çekmeyecektim. Bodrum havaalanında asistanımla vedalaştık. Yaşlı gözlerle ama, gözyaşlarımızı birbirimizden saklamaya çalışarak; son bir defa uzun uzun bakıştıktan sonra kucaklaştık. Bir bilinmeyene doğru yol alıyordum. Etraf cıvıl cıvıl. İnsanlar tatil telâşını yaşıyor. “Ateş düştüğü yeri yakar” Havaalanını saran bu neşeli hengame içinde, yalnızlığımla baş başaydım.
Sanki üzerime uymayan bir senaryoda başrol oyuncusuydum. Elime tutuşturulan kâğıtta “terör örgütü üyesi” yazıyordu. O an, hemen serbest bırakılmayacağımı anladım. Ama, 14 Temmuz’da gerçekleşen bir programda “subliminal darbe mesajı” verildiği gerekçesiyle, darbenin “asli faili” ilan edileceğimi, müebbet hapis cezasına çarptırılacağımı, cezaevinin adeta yeni evim olacağını doğrusu hesap etmemiştim.
“Evim” diyorum. Bunu bana torunum Kemal söyledi bir açık görüşte. “Babaanne geleceğim, geleceğim diyorsun; gelmiyorsun. Burası senin yeni evin oldu.”
Evet burası benim evim oldu. Tek başıma yattığım bir odam var. Bir çelik dolap, yere sabitlenmiş bir demir karyola, kantinden satın aldığım bir komodin, duvarlara yapıştırdığım eski hayatıma dair fotoğraflar. Daha doğrusu, canımdan kıymetli sevgili çocuklarım, torunlarım, abim, gelinler, yeğenler… ama onlara çok bakamıyorum. İnsanın yüreğinin hıçkırıkla sarsılmasının ne demek olduğunu burada öğrendim. Bakışlarım resimlere değince, bağrımda bir fırtına kopuyor… gözyaşlarıma hâkim olamıyorum.
Böyle zaaf anlarında Celal Bayar’ı düşünüyorum. Yassıada’da kaya gibi sağlam durmuştu. Belki kadın olmamın kırılganlığı, ben Bayar’ın metanetini sergileyemiyorum. Milli Mücadele döneminin Galip Hocası ile boy ölçüşecek değilim ya!
Sık sık beraber yargılandığımız Ahmet Altan’ı da hatırlıyorum. O, kadere adeta meydan okuyor. Keşke, daha dayanıklı, daha az kırılgan olsaydım.
Demirel, Zincirbozan’dan bana yazdığı mektuplardan birinde “Sel, kayadan ne aparır” demişti. Ama ben kaya gibi değilim ki! Dalından kopmuş bir yaprağın sonbahar hüznünü yaşıyorum.
12 Eylül günlerini hatırlıyorum. Demirel ile gizlice mektuplaşmamızı Orhan Keçeli sağlıyordu. Ben de Demirel’in görüşlerini isim vermeden makalelerimde kullanıyordum. 3 aylık bir mahkûmiyet aldığımda Demirel, eşim Kemal Ilıcak’a “Köye jandarma baskın düzenlediğinde kadınları öne çıkarırlar. Bizimki de o hesap oldu” demişti.
28 Şubat günleri de zihnimde canlanıyor. Tayyip Erdoğan, TCK 312’den mahkûm oldu. Siyaset yapamayacak. Pınarhisar Cezaevi’ne girecek. Eyvah!!! “Başörtülü milletvekili olamaz” diye TBMM’de Merve’yi protesto ettiler. Eyvah!!! Başörtülü kızlar üniversiteye alınmıyor. Eyvah ki ne eyvah!!!
Sonunda Fazilet Partisi kapatılınca, sadece Bekir Sobacı, Merve Kavakçı ve ben “laiklik karşıtı odak” olduğumuz gerekçesiyle siyaset yasağına uğradık. Bekir Sobacı 28 Şubatçılar için “sütü bozuk” demişti. Merve… Zaten kıyamet onun yüzünden kopmuştu. Ben de Merve’nin yanında durmuştum. Milli Görüş geleneğinden gelen onlarca insan arasından, ben, “laiklik karşıtı odak” ilan edilmiştim. AYM’nin oybirliği ile verdiği bu karardan sonra, Kemal Ilıcak’ın sözlerini hatırlamıştım. Benim her haksızlığa karşı öne atılmamı eleştirirken, “İlk düşen sen olmayacaksın” derdi. “Yani hislerinle değil, aklınla hareket edeceksin; susmayı, yutkunmayı bileceksin.”
15 Temmuz’da da ilk düşenlerden oldum.
Cezaevindeki odamın duvarları pembe. Pembe acaba umudu mu temsil ediyor? Oysa bu renk benim sinirlerimi bozuyor. İlk başlarda, duvara yazı yazıyordum; kurşun kalemle umut veren satırlar.
“Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden daha fazla yük yüklemez.”
“Kaza her lütfunu bir vakt için saklar.”
Sonra umut dolu tarihler atmışım: “26. Ağır Ceza’dan tahliye çıkabilir.”, “İstinaf Mehmet’i tahliye etti, bizi de edebilir.”
Oysa peş peşe iki karar: Her ikisinde de müebbet ağır hapis cezası… Onama…
Sonra “AYM Birinci Bölüm bizim başvurumuzu ele aldı” diye yazmışım duvara. 5 Temmuz 2018. Sanki hemen hak ihlali kararı verilecek de, çıkabilecek gibi sevinçliyim. Göklerde uçuyorum. Aylar ayları kovalıyor. Ağustos, Eylül, Ekim, Kasım… Yıl tamamlanıyor. Ses yok. Dört duvar arasında hüzünlü bir yılbaşı daha.
Sonra müjdeyi telefonda Aslı’dan alıyorum. “Anne, AYM Genel Kurulu nihayet sizin dosyanızı görüşecek. Ahmet Altan’la senin başvurunu.”
Yeni bir sevinç dalgası!!! Yerimde duramıyorum. Yüreğimden ağır bir yük kalktı. Sevinçten uçmak ne demek daha iyi anladım. O kadar hafifledim ki, hakikatten uçtum uçacağım.
Cumhuriyetçiler için hak ihlali çıkmadı haberiyle ümitsizliğe düşüyorum. Ahmet ve benim dosyam ertesi gün görüşülecek. Arkadaşlar “19 Fetih oku” diye tavsiye ediyorlar. Dediklerini yapıyor, aynı zamanda umut ve endişeyle ertesi günü bekliyorum. Ve AYM’den hak ihlali çıkmayınca, yıkılıyorum.
Allah’ın isimlerini ihtiva eden bir dua hazırladım.
“Ey Melik… Yaratıcımızsın. Kâinatın sahibisin. Hepimizin sahibisin.
Er Rahman… Dünyada, bütün mahlûkata merhamet eden, ihsan eden sensin. Beni merhametinden mahrum bırakma.
El Cabbar… Dilediğini yapan ve yaptıran sensin. Sen istediğin zaman bütün sıkıntılar dertler biter. Sen ol dersen her şey olur.
El Fettah… Sen sıkıntıları giderensin. Benim de sıkıntılarımı gider, hayırlı kapılar aç.
El Lâtif… Sen lütfedensin; her şeye vakıfsın. Senin lütfuna muhtacım.
El Kerim… Sen karşılıksız verensin.
El Mucib… Duaları kabul edensin. Benim de sesli, sessiz dualarımı kabul buyur.
El Tevvab… Tövbeleri kabul edensin.
El Gaffur… Affı, mağfireti bol Allah’ım günahlarımı affet. Bu imtihanı yüz akıyla geçmemi sağla.
Sen Kahharsın… Her istediğini yapacak güçtesin.
Habirsin… Her şeyden haberdarsın.
Ne büyük bir haksızlığa uğradığımdan, çektiğim sıkıntılardan haberdarsın.
El Muksit… Haksızlığa uğrayanların hakkını alansın. Allah’ım sana sığınıyorum. Senden beni selâmete ulaştırmanı diliyorum.”
Ben Müşahede 12’de kalıyorum. Avlu, dikenli tellerin yanına iliştirilen bir aletle gözlem altında. Burada bir ben, bir de Büşra demirbaş olduk. Yanımıza koydukları diğer tutuklular geldikleri gibi gittiler. Ben her birine bağlandım; her birinin arkasından gözyaşı döktüm.
Bizim müşahede 3 odalı; bir de ortak alanımız ve avlumuz var. Kapılar kapanana kadar istediğimiz zaman avluya çıkabiliyoruz. Yanımızdaki müşahedeler, tek oda; yani hücre. Onları gardiyan bir sabah, bir de öğleden sonra kendi saatlerinde avluya çıkarıyor. Hal böyle olunca, bize göre on misli sıkıntı çekiyorlar. Zaman zaman kapıyı yumrukluyorlar; bazen buton sesine gelmeyince, gardiyanlara “Nöbetçi bayan” diye feryat ediyorlar. Kimi zaman çocukları çığlık atıyor; ağlıyor. Sessiz ve huzurlu bir ortamdan söz etmek mümkün değil ama, odada tek başıma yatabilmek, gecenin bir yarısında, ışığı açıp yatağımda kitap okuyabilmek önemli bir ayrıcalık.
Silivri’de gazetecilerin kaldığı 3 kişilik koğuşu da biliyorum. Çünkü ben de kaldım. 26. Ağır Ceza Mahkemesi, karar duruşmasını Silivri Mahkemesi’nde yaptı. Dolayısıyla beni tek başıma o koğuşlardan birine koydular. Siyah bir çöp torbasına çarşaf ve battaniyemi tıkıp, 1 geceliğine Bakırköy’den Silivri’ye taşındım. Tek başıma, korkunç bir gece geçirdim orada. Zaten ertesi günü 26. Ağır Ceza Mahkemesi’nden müebbet hapis cezası alıp döndüm elleri kelepçeli jandarma refakatinde. Cezaevi dışına çıkınca kelepçesiz olmuyor. Bu yüzden hastaneye gitmiyorum. İlk aylarda, boş bulundum gittim. Hastanede, meraklı bakışlarla beni süzenleri, birbirini dürterek işaret edenleri görünce, artık gitmemeye karar verdim.
Bir defasında bana refakat eden jandarma er, hastanedeki arkadaşlarıyla telsiz iletişimi kurdu ve “Bir terörist getiriyorum” anonsu yaptı. Teröristi görmek için etrafıma bakındım. Arabada bir tek ben vardım. Meğer o terörist benmişim!
Cezaevinde kendimi gelenin geçenin darbe vurduğu bir boş çuval gibi hissettiğim anlar oluyor. Manevi darbeden söz ediyorum. Manevi darbe daha ağır, acısı kolay geçmiyor. Hatta hiç geçmiyor diyebilirim. Aleyhte ne yazılar çıkıyor; ne ağır sözler sarf ediliyor. Benim için “FETÖcü kocakarı” diye yazan bile çıktı. Acaba bu nefretin kaynağı ne?
Onurumuz kırılmıyor mu? Kırılıyor… Fakat takmamayı öğreniyorsunuz. “Takma Nazlı!” diyorum kendi kendime.
Masumiyetime sığınıyorum.
Bazen üçüncü bir göz olarak dışarıdan sorguluyorum.
Cezaevindeki bu tutuklu kadın ben miyim? Yemeğini, semaverin buharında ısıtan? Kahvesini ketilda yapan… Gündüzleri dikenli teller arasında güneşi gözetleyen; geceleri gökyüzünde mehtabın ışığında teselli arayan… Yapışkan kâğıtla fareler yakalayan, kırkayakları ayağıyla ezip çöpe atan…
12 Eylül döneminde, 3 ay Sağmalcılar’da yatmıştım. Alparslan Türkeş ve Agâh Oktay Güner terör örgütü yöneticiliğinden yargılanırken, “Onlar terörist değil” diye yazdığım için. Terör örgütü üyeliğinden değil, yürüyen bir davaya, müdahale ettiğim gerekçesiyle hüküm giydim. Sağmalcılar’da fare yoktu, ama hamam böceği çoktu. Koğuşta besledikleri kedi fareleri yakalıyordu. 12 Eylül’de sadece 3 ay yattım; şimdi ise 3 yılı aştım. Tam bin yüz elli beş gün.
“Bu ben miyim? Ben kimim ve neredeyim?” diye soruyorum kendi kendime.
Duvara astığım Türk bayrağı posterine bakıyorum. Atatürk resminin hemen yanı başındaki ay yıldızı görüyorum.
Burası Türkiye, benim vatanım. Öyleyse neden içerdeyim? Niçin öz vatanımda bu kadar garibim?
İnsanlar öz vatanlarında kendileri garip hissetmesinler diye ne çok emek sarf ettiğimi hatırlıyorum. Vefasızlığa ağlıyorum.
Uyumak en güzeli! Ah bir uyuyabilsem; deliksiz uyuyabilsem… Uykularım delik deşik. Kâbus dolu. Bazen güzel rüyalar da görüyorum. Beni alıp eski günlere götürüyor. Anneli, babalı günlere. Beni sarıp sarmalayan, üzerime titreyen, beni koruyup kollamaya, ayağıma taş değmesin diye uğraşan anne ve babamı görüyorum. Onlarla beraberim, güvendeyim. Gözlerimi açınca, o koyu pembe renkli duvarlarla karşılaşıyorum. Bu renkten nefret ediyorum. Onlar bana esareti hatırlatıyor. Ak güvercin olup uçmak istiyorum buradan.
Ak güvercinler değil ama, kumrular var avluda. Çift olarak, penceremin demir parmaklıklarına tünüyorlar. Sonra bir hasbihâldir başlıyor. Çenesi ne kadar düşük bu kumruların, uykumu kaçırıyorlar.
Bir tanesi, pencere kenarına yuva yaptı. Sonra yumurtladı. İki küçük beyaz yumurta. Dişisi yumurtaların üzerine oturdu. Yerinden kımıldamıyor. Erkek onu besliyor. Sonra yumurta kırıldı, içinden mini mini kuşlar çıktı. Anne, o kuşların da üzerine oturuyor, korumak için. Altında nefessiz kalıp ölecekler diye endişe ediyorum. Ama anne, konuya hâkim; nefes alabilecekleri kadar bir boşluk bırakmış. Her geçen gün biraz daha geliştiler. Artık anneleri onları yalnız bırakıyor. Keşke bırakmasaydı; zira biri avluya düştü ve öldü. Burada onu gömecek toprak yok ki! Her yer taş. Hemen gardiyana verdik. Diğeri yavaş yavaş önce kısa mesafede, sonra daha uzun mesafede uçmayı öğrendi. Ve gitti! O, cezaevinden tahliye oldu. Darısı başımıza…
Ah! Dönebilsem eski günlere…
Annem bana “Mini mini kızım” dese. Ben ona “Mini mini annem”
Onun bağrına yaslanıp kendimi güvende hissetsem. Önümde keşfedilecek koca bir dünya olsa. Öyle bir dünya ki, adil olsa… Öyle bir dünya ki, çocuklar, analar ağlamasa… Öyle bir dünya ki, insanlar kardeş olsa…
Ve hayat bayram olsa!!!
*Bu yazı, Nazlı Ilıcak tarafından T24’te yayımlanmak üzere Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi’nde kaleme alınmıştır.