ENES CANSEVER-HAFTANIN YORUMU
Bir zalim ve gaddar rejimin zulmünden kaçan günahsız yavrular, Ege’nin soğuk sularında hayata gözlerini yumdu. Biri yeni doğmuş bebek, 4’ü çocuk, 2’si kadın 7 kişi boğularak hayatını kaybetti.
Nasıl kurarsanız kurun cümleleri, tepki ve iç acınızı ifade gayretleri yetersiz kalacaktır böylesi dramları anlatmaya.
Kifayetsiz kalır sözler, içinizde kalır bir açıdan her şey.
Ege’nin karanlık suyunda yiten 7 can:
Mustafa Said Zenbil,
Meltem Zenbil,
Mahir Işık (2 aylık bebek) ve Kevser Sezer ismi ilk belirlenenlerden.
Kurtarılan 12 kişinin çok iyi derecede İngilizce ve Fransızca konuşan iyi eğitimli kişilerden oluştuğu belirtiliyor.
Türkiye’deki siyasetin çirkin yüzünden ülkesini terk ederek, Ege Denizi’nde umut yolculuğuna çıkanların botu alabora oldu,19 kişiden 7’si vefat etti.
EGE’DEN ARŞA ÇIKAN ÇIĞLIK!
Maden ailesine benzer bir dram.
Meriç’te yiten canlar gibi…
Meriç nehrinin acısı yürekte taze ve hala yası tutulurken, kaybolan minik bedenler kara, koyu sulardayken, Ege Deniz’inden peşi sıra gelen yeni facialarla sarsılıyoruz.
Ege’nin aldığı minik canlar ve öğretmenler, ilim erbabı insanlar…
Azgın suların nerelere taşıdığı bilinmeyen yitikler, masum, küçücük yürekler.
Ateş düştüğü yeri yakıyor.
El hak…
Ve o ateşin her bir parçası, değişik şekilde hemen hemen her gün hanemize düşüyor.
Bu ateş binlerce kilometre uzaklıkta Avustralya’da bizi kora çeviriyor.
Yer, zaman, mevsim ve asır tanımıyor, baskılardan kaçışlar sonucu meydana gelen facialar.
Suda boğulanı mı, trafik kazalarında sönen hayatları mı sıralayalım?
Cezaevlerinde çile çeken anne ve bebekleri mi, yoksa güvenlik tehdidinden dolayı saklanan ailenin tedavi ettiremediği için vefat eden minik yavrusunu mu?
Hangi birini sayalım ki?
Acı bir tane değil ki…
Rize’de eşi tutuklu polis memuru Lütfü Dalga ile görüş yolunda geçirdiği kazada ağır yaralanan ve hayatını kaybeden Hicran Dalga toprağa verildi.
Lütfü Dalga’yı, 7 saat içinde eşini toprağa verdikten sonra yeniden cezaevine götürecek kadar gaddar bir yönetim…
Annesi vefat eden, babası hapishaneye götürülen küçük Sibel Erva’yı 75 yaşındaki babaannesinin yanına bırakacak kadar, şirazeden çıkmış bir yargıç ve yargı anlayışı…
Üzüntü ve çaresizlik içinde cümleleri kurmaya çalışıyorum.
Bu hoyratlık karşısında gözyaşlarımın damlaları klavyemi ıslatıyor.
Titrek ellerimin, takatsiz kollarımın gücüyle klavyeye dokunuyor parmaklarım.
Üzülüyorum, bu mazlumlara çektirilen zulüm karşısında.
Kahroluyorum, masumlara her türlü vahşeti yaşatıp sonra da dünyaya, adaletten dem vuran gırtlak ağalığına.
Daha birkaç gün önce, BM kürsüsünden “Herkes için adalet, herkes için barış, herkes için özgürlük, herkes için huzurlu ve güvenli bir gelecek…” diye haykırmıştı dünya liderlerine, ’One Minute’nin mucidi.
Utanç duyuyorum, Midilli’de minik yavruların ölümüne sebep olanların, BM kürsüsünden Aylan Bebeğin cesedinin üzerinden kirli siyaset devşirenlerden…
Timsah gözyaşları dökenlerden…
Nutuk atanlardan…
Şarlatanlık yapanlardan…
Zulümleri Arş’a ulaşan bir kavim ve mazlumun ah u efganı, yüreğimi yakıyor.
Ege’de boğulan 5 i çocuk 7 masum için, “Tarihi düşman Yunanlar” ve medyası: Ege’de can veren melekler” derken, siyasal İslamcı faşistler ve yayın organları ise “Kaçan Teröristler” diyecek kadar insanlıktan uzak, kin, nefret, gayz ve öfke dolu, “dindar” bir iktidarın kindar bir kitlesiyle karşı karşıyayız.
Suda boğulan bebeklere karşı bile müsamahadan ve ahlaktan uzak, nobran bir toplum.
BM’DE MAZLUMUN SESİ, KENDİ ÜLKESİNDE ZULMÜN ÖZNESİ!
BM’deki konuşmaları için “Mazlumların sesi oldu, mazlum dünyayı coşturdu.” manşetlerini atan Havuz Medyası, zulümden kaçışın hazin tablosunu haber yapma bir yana mazlumlara “teröristler” diyecek kadar ahlakta irtifa kaybı yaşıyor.
Düşünün bir anne ve babayı…
Henüz yeni doğmuş sevgili yavruları, zalimden kaçıyor, kaçarken soğuk ve kara sularda can veriyor.
Boğuluyor, hem de zalimden kaçarken.
Ve bu dram karşısında, “Kaçan Teröristler” diyecek kadar dinden, inançtan, duygudan empatiden uzak bir medya.
Heyhat ki bu kara hem de kapkara haberi yazacak ve nakledecek, televizyon kanalı da gazete de yok memleket sathında…
Havuz troliçesi Hilal: “Cemaate çok merhametli davranıyorlar.” diyerek, daha çok baskı ve zulüm istemişti.
Şimdi sormak lazım bu yoz-yobazlara; içiniz rahatladı mı?
Tatmin oldun mu Ege’de can veren anneler, babalar, bebekler ve yavrular için?
BM’de haykırdığınız zalimi, Suriye, Filistin, Keşmir, Mısır, Yemen, Libya, Karabağ, Myanmar ve Çin’de aramaya gerek var mı?
Dünyaya verilen bu mesajların gereklerini öncelikle kendi ülkende hayata geçirmen icap etmiyor mu?
Hak ve hakikati yok ettiğiniz kendi ülkenizde, bu nutkun bir inandırıcılığı ve ağırlığı var mı?
Kesinlikle…
Bu müptezeller…
Bu şarlatanlar…
Bu şovmenler…
Aylan Bebeğin fotoğrafıyla hamaset kusan, şov yapan asrın katmerli münafıkları, Ege’de boğulan masum bebeklerin, annelerin feryadı ve dramı karşısında neden lal kesiliyorsunuz?
Yaşanan zalimlikleri sembolize eden hadiselerden biri de bu değil mi?
Aylan Bebek, Suriye’de yaşananları nasıl resmediyorsa, Anadolu coğrafyasında 21. asırda yaşanan mezalimi, soykırımı anlatan hakikatlar da Ege’de, Meriç’te gerçek yüzünü ortaya koyuyor.
Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre; dünyada her 11 saniyede bir anne ya da bebek yaşamını yitiriyor.
Doğum her 11 saniyede bir aileye trajedi getiriyor.
Bu dramatik tabloya Türkiye’nin sayısal katkısını inkâr etmek mümkün mü?
Bot faciasında ölen melekler…
Türlü nedenlerden dolayı minik yavrusunu tedavi ettiremediği için vefat eden yavru(lar)…
Cezaevindeki tutsak eşini ziyarete giderken trafik kazası sonucu, minik kızlarıyla hayatı sönen anneler…
Elbette BM’nin ‘Anne ve Bebekler’le ilgili verilerde, zulmün kıydığı bu hayatlar önemli rol oynuyor.
KARANLIK BİR ÇAĞDA, MAZLUMLARIN KERBELASI!
En karanlık dönemde, kapkara bir çağda bir Nur olup dönemin karanlıklarını aydınlatan, Mazlumların Sevgilisi, Şefkat Güneşi Efendimiz buyurdu ki:
“Şehitler beş kısımdır: Bulaşıcı hastalığa yakalanan, ishale tutulan (karın ağrısından), suda boğulan, göçük altında kalan ve Allah yolunda savaşırken şehit olanlar.”
İçinde bulunduğumuz çağ, karanlıkları ve zorbaları düşünülürse Ceziretülarab’ın zifiri karanlıklarını hatırlatıyor.
Muharrem ayındayız…
Yezidî düşünce, sari hastalık gibi kol geziyor.
Anadolu tam anlamıyla Kerbela’ya döndü.
Kerbela ise zalim Yezit‘i ve zulüm yaptığı Peygamberimizin (sas) sevgilisi Hazreti Hüseyin’in şehadetini bize hatırlatıyor.
Gül Peygamber’in torunu İmam Hüseyin, Kerbela’da şehadet şerbeti içince; matem, hüzün, bürümüş her yanı.
Her gün bir Hüseynî’nin feryadına yol veriliyor.
Ocaklara ateş düşüyor.
Meşrep ve mezhep farkı gözetmeksizin Ehl-i Beyt sevgisi taşıyan herkesin ortak değeri ve kederidir bu mevsim.
Onun için Muharrem hüzün, matem ve gözyaşı demektir.
İki zıddı cem eden; aşure gibi, alaca bir ay.
İslâm dünyasının hemen her tarafında bu zıtlığıyla muharrem karşılanıyor.
Peygamberlerin lütuflarla sarmalandığı bu ay, çok acı ve elim bir hadiseyle adeta karalar bağlamıştır.
Karaları bağlayan yalnız Peygamber sevdalıları olmamış.
Bu nedenle, Muharrem çok anlamlı, lakin tarihî kara bir günle bir o kadar da hüzün veriyor bize…
CAHİLİYE DÖNEMİ GİBİ HER YANIMIZ…
Cahiliye dönemi gibi…
“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta, dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi.”
Evet, orta yerde bir Cemaat ve Sivil Toplum Hareketi var, ısıracak dişi yok.
Arkasında devlet gücü, güç kullanacak hiçbir imkânı yok, Allah’tan başka.
Efendimizin şehadet müjdesine mazlumiyetlerini ilave ederseniz bir teselli penceresi açılabilir bir açıdan.
Böylesi yoklarla kuşatılmış bir cemaati, bu modern çağda böylesine bir zulmün arenasına terk etmek, emsali görülmemiş bir gaddarlıktır.
Avustralyalı sanatçı Missi Higgins, Aylan Bebek ve ailesinin Suriye ve Kanada hattındaki dramını; “Oh Canada” isimli bir şarkıya dönüştürmüştü.
O şarkının bazı sözleri, adeta dün Sakız Adası’nda, minik yavruların kıyılara çarpıp yankıladığı çığlıklara da tercüman olmuş gibi…
Şöyle o sözlerin bazıları:
“Ah Kanada…
Eğer beni duyabiliyorsan,
Denize karşı kollarını açmayacak mısın?
Ah Kanada…
Eğer bana yardım edebilirsen,
Tek istediğim ailem için güvenli bir yer…
Günler uzun, geceler daha da uzundu…
Ve bebekler asla annelerinin yanından ayrılmıyordu,
Ama bot küçük ve dalgalar şiddetleniyordu,
Ve hayatta kalamayacaklarından korkmaya başlamışlardı.”
Ömer Hayyam’ın bin yıl önceki sözleriyle bitireyim yazımı: ‘Elimde olsa bu dünyayı küçümserdim, iyisine de kötüsüne de yuh çekerdim. Daha doğrusu bu aşağılık yere, ne gelirdim, ne yaşardım, ne de ölürdüm.’ e.cansever@yepyeni.zamanaustralia.com.au