Yunanistan’a geçmek için bindikleri botun Sakız adası açıklarında devrilmesi sonucu 5’i çocuk 7 kişi hayatını kaybetmişti, 11 kişi kurtulmuştu. Kazada hayatlarını kaybeden Mustafa ve Gülsüm’ün anne ve babası Ebubekir ve Gonca Kara ile diğer kurtulanlar o gece yaşadıklarını Kronos’tan Selahattin Sevi‘ye anlattı.
Selahattin Sevi- Kronos
Bir gece yarısı İzmir’de ıssız bir sahilde buluştuklarında ilk kez karşılaşıyordu 4 farklı aileden 18 kişi. Kimse diğerinin neler yaşadığını bilmiyordu. Doğdukları ve yaşadıkları ülkede başka bir çıkış bulamadıkları için yeni bir hayata adım atacaklardı. Beş kişilik Kara ailesi de diğerleri gibi KHK ile ihraç edilmişti. Ne mesleklerini yapabiliyor ne de pasaportlarına el konulduğu için yurt dışına gidebiliyorlardı…
Çıktıkları gece yolculuğunda altı yaşındaki Mustafa’sıyla sekiz yaşındaki Gülsüm’ünü kaybeden ve karşı kıyıdaki Sakız Adası’na henüz birkaç aylık Ali İhsan’la çıkabilen Kara çifti, yaşadıkları korku dolu anları ve hayatlarının en uzun gecesini anlatırken, “Bu yolculuğa çıkmaktan başka çaremiz kalmamıştı!” diyor.
Ege Denizi’ndeki faciadan sağ kurtulan Oğuz Zenbil, Bedirhan Zenbil, Yusuf Deniz, Arife Deniz, Alp Deniz, Büşra Deniz, Gonca Kara, Ebubekir Kara ve Ali İhsan Kara Atina’ya ulaştı.
25 Eylül gecesi 18 kişi bir fiber tekneye binmek için ayrı ayrı yerlerden gelir. Tam binmeye hazırlanırken birden herkes irkilir. Çünkü yüzlerine karşı güçlü bir ışık tutulmaktadır. Donup kalmışlardır, “Polis veya askerdir. Demek buraya kadarmış yolculuğumuz, başlamadan bitecekmiş” diye düşünürler. O anı yaşayan Ebubekir Kara, “Sonra çekip gittiler.” diyor. Meğer balıkçılarmış. O gün geri dönseler de ertesi gün yine aynı yerde 18 kişi ve teknenin kaptanı buluşur. Can yeleklerini giyerler, güneş battıktan sonra saat 21.30 dolaylarında da tekne kıyıdan yol almaya başlar. Tam Yunanistan sularına geçtiklerinde, kurtulduk artık, diye sevinirken kaptanın ani manevra yapması sonucu tekneleri alabora olur. 1’i bebek, 4’ü çocuk 7 kişinin hayatını kaybettiği kazada Kara ailesi de 6 ve 8 yaşında iki evladını kaybeder. “Sırf birlikte olalım diye çocuklarımızla beraber böyle bir yola çıktık. Başımıza böyle bir kaza geldi ne yapalım.” diyor.
Bindikleri tekne alabora olan, gece 10 saat boyunca denizin ortasında kol kola girerek hayatta kalma mücadelesi veren ve iki çocuklarını Sakız Adasına defneden Ebubekir ve Gonca Kara çifti yaşadıklarını anlattı.
Ebubekir ve Gonca Kara
Nasıl duygularla terk ettiniz Türkiye’yi? Eşiniz, çocuklarınız tedirgin miydi, korkuyor muydu?
Ben ve eşim Türkiye’de bize hayat hakkı tanınmadığı için çocuklarımızla birlikte bu yolculuğa çıkmaya karar vermiştik. Çocuklarımıza, “güzel bir yere gidiyoruz, geçince her şeyi anlatacağız.” dedik. Kızım çok korkardı mesela, otobüse dahi binemezdi. Yolculuğumuz çok güzel başlamıştı. Ama bu süreçte, o yolculukta o kadar sakindi ki, belki tedirgindi ama hiç sesini çıkarmamıştı. Hepimiz can yeleklerimizi giydik. Fakat can yelekleri eksikti. İki arkadaşımız giyemedi. Onun iki çocuğu da giyemedi.
Kıyıdan ayrıldınız, hava şartları ve denizin durumu yolculuk için müsait miydi?
Hava güzeldi, deniz sakindi… Tekneye bindikten sonra epey bir yol aldık. Türk karasularını geçene kadar bir sıkıntı çıkmadı. Hatta bazı arkadaşlar sevindi, artık özgürlüğümüze kavuştuk diye. Hız yaptığımız için ufak tefek su sıçramaları oluyordu. Tam belirli bir noktaya geldiğimizde ışıklar göründü, dediler ki, “geçtik”. Herkeste büyük bir sevinç… Vefat eden ablalar falan teknenin önündeydi. Fakat bende bir endişe vardı hâlâ, “Acaba erken mi seviniyoruz!” diye, ama orada bir şey de diyemiyorsun. İnsanların moralini bozmak, kuvve-i maneviyesini kırmak da istemiyorsunuz. Biz bu düşünceler içindeyken kaptan bir anda hızlandı yakalanmamak için. Çünkü sürekli bu işi yaptığı için daha önce yakalanmış. Bize, yerleşimin olduğu bir adaya bırakacağını söylemişti fakat karar değiştirdi. İnsanların yaşamadığı bir adaya bırakacağını söyledi. Yunanistan sularında bir panik hali vardı anlayamadığımız. Fakat ışıkların olduğu yöne değil de ıssız tarafa doğru aniden dümen kırdı, bir anda sular gelmeye başladı. Bir iki saniye sonra, “eyvah”, dedim. Ben en önde köşedeydim. Benim olduğum tarafa ani manevra yapmıştı. Bir anda üzerimize sular gelince, “Bu iş burada bitti, boğuluyoruz!” dedim. O kadar, böyle, nasıl diyeyim… Tam bir can pazarı yaşandı, çığlıklar yükselmeye başladı. Her yerden ağlama sesleri geliyordu. Sanıyorum saat gece yarısı 12.30’du. İnsanlar sağa sola savrulmuştu, can yeleklerimiz vardı ama küçük bebeğimizde yoktu.
Teknenizin batacağını mı düşündünüz o anda?
Ebubekir ve Gonca Kara’nın çocukları
Bitti, yani. Yüzme bilmiyorum, çocuklar bilmiyor, eşim bilmiyor. Hatta böyle teknenin bir köşesinden tuttum, “devrilme, devrilme” diyorum. Devrilme yani… Devrilme işte! Sanki böyle gücüm yetecekmiş gibi o sulara, o dalgalara. Yürekten istedim devrilmemesini ama Cenab-ı Allah! Bütün suya, her şeye hükmeden O. Belki kaptanın kusuru, bir kul hatası ama devrildi işte. Devrilince ben battım. Can yelekleri bizi yukarı çıkardı. Etraf can pazarı tabii, tamamen mahşeri bir atmosfer; çığlıklar, bağrışlar… Herkes kendi çocuğunu düşünüyor ilk başta. Battık, çıktık. Can yeleklerimiz vardı. Küçük bebekte yoktu. Bazı arkadaşların da bebeklerinde yoktu, kendilerinde vardı.
Ailenizi görebiliyor musunuz bu sırada?
Battık çıktık, battık çıktık, ben hemen hemen iki üç metre ilerideki eşimle göz göze geldim. Eşim küçük bebeğimizi yukarı kaldırmış, hani olur ya savaş meydanlarında bayrağı biri alır, en önde düşürmez… Musab bin Umeyr tek kolu kalıyor bayrağı bırakmıyor, onun gibi bebeği yakasından tutmuş havaya kaldırıyordu ama tekrar batıyordu. Tekrar kaldırıyor, batıyor. Ben hemen oraya atladım, sanki bir şey biliyormuşum gibi. Bebeği elinden aldım. Bu sefer de ben batıp çıkıyorum. Sonra sağ olsun gemide Yusuf adında akademisyen bir kardeşimiz vardı, o dedi ki Aliş’i bana bırakın, siz sakin olun. Kendi çocuklarını kurtarmadan bizim bebeği Ali İhsan’ı aldı götürdü. O bana emanet, siz sakin olun dedi. Ben de eşime dedim ki, “Tut elimden, ölürsek beraber öleceğiz.” Kol kola girdik eşimle. İkimiz de yüzme bilmiyoruz ve acaba teknenin üzerine çıkabilir miyiz, çocuğu götürdükten sonra Yusuf gelir mi, başka yüzme bilen var mı diye düşünürken bir dalga geldi ve bizi aldı götürdü oradan, gruptan kopardı. Sonra öğrendik ki onlar ters yatan teknenin üzerine çıkmışlar. Yardım beklemeye başlamışlar. Karanlıkta hafif hafif sesler duyuluyordu. Diğer çocukları hiç görmedik. Eşimi görmem de Allah’ın bir tesadüfü. Çünkü önümdeydi. Batarken de önüme düşmüş. Çocukları bulmak için bir hamle yapalım derken gelen dalga bizi aldı gruptan kopardı.
Siz ve eşiniz bir şeye tutunabildiniz mi bu sırada?
Hayır, sadece can yeleklerimiz var. Biz gece yarısından gündüz vaktine kadar 10 saat boyunca, ekipteki diğer arkadaşlardan haber alamadık. Neredeler, durumları nasıl haberimiz yok. Sadece eşimle birlikte ikimiz kol kola girdik, yüzme de bilmiyoruz, Kelime-i Şehadet getire getire, hani biraz sonra öleceğiz… Ölmeyi bekliyoruz, hatta diyoruz ki çocuklarımız öldü, biraz sonra biz de onlara kavuşacağız. Çünkü şöyle düşünüyoruz, o saatte, gecenin karanlığında kim yardıma gelir? Gruptan iyice uzaklaşınca, Yunus Aleyhisselam’ın kıssası gibi gece karanlık, deniz, bütün her şey aleyhine ittifak etti diyor ya Bediüzzaman, aynen öyle. Bizim aleyhimize ittifak etti her şey. Eşime de orada o an söyledim, Cenab-ı Allah’tan başka bizi kurtaracak yok. Kaderle ölüm arasındaki o ince çizgiyi orada gördük. Bir yandan da en küçük oğlum Ali İhsan’ı düşünüyoruz, sabredelim, o yaşıyor, sabredersek ona kavuşturur belki Allah diyoruz. Eşim bir kaç defa su yuttu. Ben aynı şekilde. Önce biraz, “yardım edin” diye seslendik ama sonra baktık kimse yok, gece aldı götürdü bizi. Diyoruz ki şu dağlara doğru belki gidersek, denize ölü taklidi yapalım, su ölüyü karaya götürüyor ya, bıraktık biz de kendimizi. Eşime diyorum ki, bak şeytan bizimle uğraşır, zaten çocuklarımız öldü, biraz sonra biz de öleceğiz, inşallah bu yolda cennete gideceğiz. Yani, “Endişe etme, öldürecekse Allah öldürecek, yaşatacaksa da Allah yaşatacak! Yani öbür türlü eğer şu an kendimizi bırakırsak, intihar etmiş oluruz, Allah korusun kazanırken bir anda cehenneme gideriz!” dedim. Belli bir saatten sonra uykum geldi dedi eşim. Kışın olsa donardık ama deniz suyu çok soğuk değildi ama yine de rüzgar vurdukça titriyoruz. Dedim ki ellerimizi, ayaklarımızı hareket ettirelim ama kendimizi bırakmayalım. Burada öleceğiz zaten, buradan çıkış yok ama Allah bizi öldürsün. Eşim diyor işte, ölüm nasıl acaba, nasıl olacak? Ayaklarımız üşüdü. Ben diyorum ki, cenazelerde çok bulundum, önce ayaklardan başlıyormuş soğuma falan. Acaba biz ölüyor muyuz, diyor eşim. Dedim ki bunları boşverelim, şimdi tövbe-istiğfar edelim. İkimiz bağıra bağıra tövbe-istiğfar ediyor, Kelime-i Şehadet getiriyoruz. Özellikle de öleceğimizi düşündüğümüz için de, hani son nefeste “Eşhedü en lâ ilâhe illallah” söyleyelim diye, sürekli onu söylüyoruz. O an diğer duaları şey görüyorum, bunları yaparsam son ana Kelime-i Şehadet denk gelmez diye düşünüyorum. Biraz sonra, biraz sonra, biraz sonra derken gün aydınlandı… Gün aydınlanınca -gece yine bir nebze karanlık ya sakin sakin duruyoruz, çok bir yer de görünmüyor zaten- ama aydınlanınca denizin o ihtişamı, büyüklüğü, o dağların, suyun… O büyüklüğün yanında yapayalnız kalma, gariplik… Sebep tükendi, son noktadayız, daha korkutucu oldu. Allah bir şekilde sabır verdi, sabır kuvveti verdi. O imanla dalgalarla boğuştuk. Ama bu sefer de, acaba dedik, gün aydınlandı, belki, çünkü Yusuf Bey, Aliş bende abi, diye bağırdı, onu duyduk. Belki Cenab-ı Allah diğer çocuklarımızı da kurtarmıştır. Bilemeyiz. Seslerini duymadık ama. Küçük olan Mustafa, altı yaşındaydı. Gülsüm de sekiz yaşındaydı.
Hayatta kalabileceğinize dair biraz ümit belirdi mi?
Biraz daha bir cesaret geldi, sabredelim dedik. Artık yorulduk yani kollarımızda takatimiz kalmadı. Bırakıyoruz, kendimizi dinleniyoruz, üşüyünce tekrar hareket ediyoruz. Fakat hala yakınlarımızda kimse yok. Teknede beraber yola çıktığımız hiç kimseyi göremiyoruz. Meğer onlar teknenin üstüne çıkmışlar, onlar bizi görmüş, biz tabii yatar pozisyondayız. Bir elimizden can yeleği çıkıyor onu tutuyoruz, eşim de iki koluyla tutuyor. Ben de diğer kolumla su çırpmaya çalışıyorum ama hiçbir yere gidemiyoruz. Başka tarafa dönüyoruz, birilerinin gemilerini görür müyüz diye. Sonra bayağı uzaktan bir tekne gördük. Ama hiçbir şey net gözükmüyor. Can havliyle o tarafa gidebilir miyiz diye hamle yaptık ama yoruluyoruz, yoruldukça daha çok su yutuyoruz. Dedik ki, bir sakin olalım. Gemi geçti diğerlerinin yanından onu gördük. O da bıraktı gitti. Yani durmamış, projektör tuttu herhalde “bunlar kim” diye. Önce Türk gemisi sandık, zaten bizi dalgalar Türkiye tarafına sürüklemişti. Diyoruz ki, bizi alırlar, götürürler, sonra da hapse atarlar artık. Belki çocuklarımızın cenazelerine bile katılamayız diye düşünüyoruz. Nereden biliyorsunuz derseniz, daha önce oldu bu. Yakınlarının cenazesine katılamadı insanlar. Bir tarafta sağ olduğunu bildiğimiz bebeğimiz var. Karı-koca hapse atılıp çocukları ya hapishanede büyüdü ya da ortada kaldı. Fakat yaklaşık 11 saat sonra, Avrupa Birliği’nin Frontex’i, biz sahil güvenlik sandık önce. Sevindik, en azından hapishaneye girmeyeceğiz, işkencelere maruz kalmayacağız diye düşündük. Orada dedik ki bu kadar dayandık, bir yarım saat daha dayanalım dedim eşime. Çünkü bir yarım saat daha kalsa, büyük ihtimal… Allah bilir tabii yaşatacak olan o… Öyle bir an ki, aslında kurtulduğunuza da sevinemiyorsunuz. Çocuklarımız yaşıyor mu, bundan sonra ne olacak?
Tam her şey bitti dediğiniz anda yeniden bir umut…
Artık umut kalmadı, çünkü yelek çürüdü, çıkıyordu sürekli, zayıfladı. Kafamız iyice denize gömüldü, kulağımıza su giriyordu komple. Sadece burnumuz dışarıda, ağzımızı da kapatıyorduk. Ondan sonra o gemiyi görünce tamam dedim sahil güvenlik. Bir nebze en azından kurtulacağız ama bir taraftan da tutuklanacağız diye endişe var. Sonra Cenab-ı Allah bir dalga getirdi, bizi batan teknenin üzerindeki hayatta kalan yol arkadaşlarımıza doğru sürükledi. Bayağı yaklaştık, hadi bir gayret dedik. Ben de kolumu o tarafa doğru atıyorum. Zaten kurtaracaklar belli ki ama olur ya belki bizi görmezler filan… Onları aldılar, onlar da sağ olsun işaret etmişler önce bizi alsınlar diye ama önce oradan geldikleri için onları almışlar. Tabii bu sırada bir yandan şu endişeyi yaşıyorsun, çıkacağız çocuklar hayatta mı değil mi, kim var, kim kurtuldu… Çıktık baktık ki bizim bebek arkadaşların kucağında. Ağabeyler ağlıyor iki tane bebekleri kaybolmuş boyunları bükük, bizim çocuklar yok, bir abinin eşi yok.
Onlar kimler?
Oğuz adında bir ağabeyimiz. Sadece oğlu ile o kurtulmuş sarılmış birbirlerine ağlıyorlar. Öğretmen ama daha sonra esnaf olmuş. Onun eşi vardı Meltem abla, kayın validesi Kevser abla… Nasır Abimizin de aynı. Nasır Abimizin bebeği… İbrahim’le Mahir, onlar yok. Onlar boynu bükük orada oturuyor. Eşim hemen Ali İhsan’ı aldı kucağına, ağlıyordu bizim bebek. Arka tarafa baktım Oğuz Abi yıkılmış, bir oğlu yanında ama hanımı, kayınvalidesi, küçük oğlu Mustafa Sait yok… Yusuf Bey’i gördük, bizim bebeğimizle birlikte kendi çocukları da kurtulmuş. Diyoruz ki, belki bizim bebeğimizi kurtardığı için Allah ona bağışladı çocuklarını…
Allah hepsine rahmet etsin, çok zor bir durum tabii ki, ondan sonrası nasıl oldu?
Ondan sonra bizimle ilgilendiler. Karşıya geçince de bizi Sakız Adası’na götürdüler. Sahil güvenlik de çok ilgi gösterdi. Hemen bizi hastaneye götürdüler, bütün çantalarımızı, çocuklarımızı. En azından ona sevindik, oralarda bıraksak daha çok vicdan azabı çekecektik; kayboldu gitti bedenleri bulunamadı diye… Onlar bir yandan arama yaptı, biz gemideyken oğlum bulundu ilk. Hani böyle çıkarttılar, onu gördük, yıkıldık. Bir taraftan da en azından bulundu diyoruz. Sonra hastanede bütün hemşireler, Yunan vatandaşı insanlar geldiler sarıldılar. Hastane müdüründen personeline kadar herkes gelip teselli etti. Çocuklarımız gitti, biz buraya onları kurtarmak için geldik ama onları kurtaramadık dedik… Bir yandan da birbirimize teselli vermeye çalıştık, sonuçta inançlı insanlarız. Bizi kurtaran gemideki insanların bize karşı davranışları, ilgisi alakası… Teselli etti bizi. Kıyafetlerimiz ıslanmış parçalanmıştı, yeni giysiler ayakkabılar getirdiler. En üst düzeydeki hastane müdüründen hemşirelere, temizlik personeline kadar hepsi ilgilendi. Bu da insanı memnun ediyor, insani bir muamele görme. Keşke ülkemizden çıkmak zorunda kalmasaydık da bunlar da olmasaydı. Bunu da gördük. Yunanistan’daki bütün devlet erkanı, kurumlarda çalışanlar ne iş yaptığımızı bilmiyorlar, nereden geldiğimizi bilmiyorlar, bizimle ilgili bilgileri yok. Ama sadece insan olduğumuz için bize insanca davranıyorlar. Bizi bir yere yerleştiler. Güvenliğimiz için kimseyle görüştürmediler. Burası Türkiye’ye yakın size bir şey olursa bundan biz sorumluyuz dediler.
Sakız Adası’na çıktığınızda sizi nereye götürdüler?
Bizi bir müddet adada misafir ettiler, güvenlik gerekçesiyle kimseyle görüştürmediler. Cenazelerimizin defni için arkadaşlar Atina’dan geldi. Cenazeleri iki ilahiyatçı arkadaş yıkadı. Sonra bize mezarlık gösterdiler Sakız’da, Türkiye’ye bakan bir yerde. Yüksekte yani tepede. Onların kendi mezarlığı var, onun arkasında bir bina, binanın arkasına da ayrı bir yer yapmışlar. Orada yerleri kazmışlar. Oraya gömülen Müslüman ve Türk olan ilk kişiler bizim çocuklarımız, birlikte yola çıktığımız arkadaşların yakınları. Kamplarda vefat eden Suriyeli kardeşlerimiz olmuş ama… O da garip oldu. Yedi sekiz arkadaş kendi çocuklarımızı defnedip cenaze namazlarını kıldık. 3-4 saat sürdü. O da garipti… Yani toprağı kapatmak için mücadele ediyoruz, yorgunuz gücümüz de yok. Hatta fotoğraflarımızı çekmişler mezar başında. Diyorum yani olay zaten garipti, biz gariptik… Orada Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nden bir kadın vardı, o kadıncağız geldi toprak atıyor. O bizim çabamızı gördü. Sonra Yunan bir avukat geldi, toprak atmaya çalışıyor. Orada bir mezarlık görevlisi vardı işte o da bize yardım etti. Sahil güvenlik komutanı geldi eşimi teselli ediyor, çiçek getirdiler. O kadar muazzam insani bir muamele gösterildi ki, hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyoruz.
Size sordular mı niçin Türkiye’den kaçıyorusunuz diye? Kendinizi nasıl anlattınız?
Tabii, onlar hepsini biliyor zaten zulümlerden kaçtığımızı… Nasıl olur yani bu kadar eğitim görmüş insan, mesela akademisyen doçent bir arkadaşımız, hakim ablamız, öğretmen, yine öğretmen ama aynı zamanda iş adamı.. Bu insanlar yurdunu yuvasını niye terk etsin? Çoluğunu çocuğunu alıp niye böyle yollara düşsün? Onlar diyor ki bunun bir mantığı var, orada sıkıntı görmese kimse bunu yapmaz. Durduk yere kimse çıkmaz. Fakat, acımızı paylaştılar. Bir de onlar bize kötü muamele etseydi daha da üzücü olurdu.
Şimdi adadan Atina’ya getirildiniz? Neler düşünüyorsunuz? Bundan sonraki hayatınızla ilgili planlarınız var mı?
Bundan sonrası için yani… Bu yola çıkarken de amacımız özgürlüğümüz olsundu, rızkı veren Allah’tır. Şuraya gidelim, şu işi yapalım diye çok fazla planımız yoktu. Dedik ki Allah’a emanet çıktık gidiyoruz. Bundan sonrası için de şu an çocuklarımızı orada bıraktık buraya gelmek zorunda kaldık. Ama dedik onlar da şehitler inşallah, oraya mühür gibi. O adada ilk defa olmuş zaten bu tarz bir olay. Eşimle de biz hep konuştuk, çocuklarımızın cennete gittiğinden en ufak şüphemiz yok. Zaten bütün karineler; yolda şehit olması, boğularak ölmesi, hicret ederken ölmesi, sabi sübyan küçük bebekler olması itibariyle zaten şehitler.
Biz de onlara layık olmak için daha çok dikkat edeceğiz. Ölümle hayatı sana veren Allah, bunu en net ve çıplak şekliyle müşahede ettik. Bundan sonra inşallah ahirete ne zaman gideceğiz, buradaki insanlara nasıl faydalı olup bu hicreti hayırlı ederiz, bundan sonraki amacımız bu. Yoksa şuyumuz olsun, buyumuz olsun falan değil, eskiden de zaten hiç böyle bir hedefimiz olmadı.
Cenab-ı Allah inşallah hayırlı bir yere gitmeyi, hayırlı insanlarla karşılaşmayı, çocuğumuza hayırlı bir şekilde yetişmeyi nasip eder. Bütün arkadaşlarımızın inşallah kurtulmalarına vesile olur.
Peki, sizi bu yollara çıkmaya sevk eden sebepler ne? Türkiye’den ayrılmaya nasıl karar verdiniz?
Ben Gazi Üniversitesi mezunu bir öğretmenim. 2010’da eşimle evlendik, Allah üç evlat nasip etti. Bu süreçte çok sıkıntı yaşadık. 15 Temmuz’dan sonra hakkımızda soruşturmalar başladı. Çalıştığımız okullar kapatıldı, bu okullarda çalıştığımız için bizler de suçlu ilan edildik. Değişik baskılara maruz kaldık. Biz de çok sevdiğimiz güzel vatanımızı terk etmek zorunda kaldık. Ne kendimiz için ne çocuklarımız için hiçbir şekilde yaşama şansı kalmadı. Eşim ceza aldı, benim hala yargılamam devam ediyor.
Sungurlu’da özel bir okulda eşimle çalışıyorduk. 15 Temmuz’dan sonra okulumuz kapatıldı, bir gecede suçlu ilan edildik. Hayat hakkından mahrum bırakıldık. Başka yerde çalışmamıza da izin verilmedi. Sebep bu okullarda çalışmamız ve ‘terör örgütü’ne üye olmamız! Çalıştığımız okul 15 Temmuz’a kadar devlet tarafından teşvik verilen bir okul, yani devlet diyor ki ben bu okula teşvik veriyorum. Bir iki sene önce kesilmedi. Okuyan her öğrenciye devlet destek veriyordu. Bir gecede ertesi gün hain ilan edildik.
Kendi evimizi terk ettik.
Yurt dışına çıkmaya karar vermenizde en etkili sebep neydi?
Her gün görüyorduk onlarca kişi işkence görüyordu, yüzlerce bebek hapishanelerdeydi. Bütün ülkenin büyük bir hapishaneye çevrildiği günlerde aldık böyle bir kararı. Daha önce benzer şekilde yurt dışına çıkanlar olduğunu duyduğumuz için güvenli olduğunu düşündüğümüz bir yöntemle bunu denemek istedik. Bir tekneyle bir yolculuğa çıktık. Daha önce hiçbir tanışıklığımız olmayan dört aileyle yola çıktık. Hepsi değişik meslek gruplarından ve saygın işleri vardı. Kimi akademisyen, bir kısmı hâkim, iş adamı. Aynı teknedeydik ve aynı sebeplerle bir aradaydık. İçinde üç aylık, dört aylık bebekler vardı. 6 yaşında bizim evladımız. 8 yaşında kızımız. Bir arkadaşımızın 12-13 yaşlarında, 17 yaşlarında evlatları…
Türkiye’de okulunuz kapatıldıktan sonra neler yaşadınız?
Biz birçok mağdur arkadaşlar gibi belki hapishane görmedik ama, bu süreçte üç sene kaçmak, saklanmak zorunda kaldık zulümlerden. Darbeden sonra eşimle beraber başka bir ev tuttuk, beraber kaldık. Sonra Cenab-ı Allah nasip etti, böyle bir beklentimiz yoktu, iki çocuğumuz vardı, eşimin hamile olduğunu öğrendik. Hatta o zaman dedik ki bunda da bir hikmet var: Cenab-ı Allah veriyorsa boşuna vermiyordur. İlk başta korkuyorsunuz, arandığınız bir dönem; haberler duyuyorsunuz, hamile kadınlar hapishaneye atılıyor. Eşim anaokulunda çalıştığı için soruşturması var. Öğretmen olduğum için benim de hakkımda açılmış soruşturma var. Memleketteki evlerimize gelmişler, aramışlar. Böyle bir atmosferde düşünün ki çocuğunuz olacağını öğreniyorsunuz. Ama bir taraftan da inancınız; Rabbim veriyorsa bir hikmeti vardır! Tabii ilk başta biz hiç kimseye söylemedik. Mecburen doktora da gidemedik. Özelde bir doktor bulduk, ona gidip geldik. Daha sonra çocuk doğmaya yakın eşimle karar verdik, hastaneye gidip bizi gözaltına almalarına izin vermeyelim. Biz gidelim, hakkımızda böyle bir dava varmış biz de geldik, diyelim dedik. Eşim avukatla beraber gitti. Bir gün onu nezarette tuttular, değişik hakaretler yapıldı savcı tarafından sekiz ayık hamile eşime. Benimle alakalı, kendisiyle alakalı tehditler… Seni atarım, asarım, keserim gibi hakaretler. Tabii eşimi ağlatmış. Ama o dirayetli durdu, ne yapacaksanız yapın bizim suçumuz yok diye ifade etti. Sonra savcı eşimi tutuklamaya sevk etti. Tutuklamaya sevk edince, bir gün kaldığı nezaretteki 15 ablanın hepsi, küçücük bir alanda eşime ağlamış: Tamam biz zaten bu işkenceyi çekiyoruz da, kadıncağız burada doğum yapacak diye. Savcı tutuklamaya sevk etti ama hakim ev hapsi ile birlikte 15 günde bir imza karşılığında serbest bıraktı. Hakim o zaman şunu söyledi, bu insan halime, hastaneye gitmesi gerek. Bu nedenle ev hapsini il çapında sınırlandırdı. Eşim tabii o zaman bizden ayrı, anne babası ile kaldı. Eşim 15 günde bir imzaya gidecek ama daha imza gelmeden doktora gitti. Sancıları gelince de erken doğum oldu sekizinci ayda. Çocuğu küveze aldılar. Hiçbir şeklide göstermiyorlar. Sonradan öğrendik ki bebeğin kalbi durmuş. Havale geçirmiş olabilir diye endişe ettiler. Ardından eli ayağı titremeye başladı bebeğimiz Ali İhsan’ın. Yani doğduktan sonra iki üç ay kadar elleri ayakları titredi. Beyin kontrolü için şehir dışında bir hastaneye gitmesi gerekiyor ama eşimin il dışına çıkma yasağı var. Ağlaya ağlaya bir akrabamıza teslim etti. Onlar götürdü hastaneye. Sağ olsun hastaneden biri, bunun annesinin de burada olması lazım, böyle olmaz diyerek bir dilekçe yazmış. Gönderelim bakalım dedik mahkemeye. Bir rahmet olarak, mahkeme yasağı kaldırdı. Eşim hemen bebeğimizin yanına gitti. Tedavi süreci devam ederken, Rabbim nasip etti 4. aydan sonra titreme falan birden kesiliverdi. Şu anda da sağlığı çok şükür iyi. Ondan sonra yine bir sene daha eşim bir yerde ben başka yerde kaldık. Çocuklarda anne-babamın yanında okula yazıldılar. Sonra dedik ki, artık bize burada hayat hakkı yok! Bir vesile ile bu yolculuğa çıktık. Sonra İzmir taraflarında bir yere geçtik. Sonrasını zaten biliyorsunuz…
“Kaç çocuğun var, üç; ikisi cennette…”
Sizi tanıyabilir miyiz Gonca Hanım? Bir kadın olarak, anne olarak bu sürece nasıl geldiniz?
İsmim Gonca Kara, Hacettepe Üniversitesi okul öncesi öğretmenliği mezunuyum. Yani anaokulu öğretmeniyim. 15 Temmuz sürecinden sonra kadın olarak çocuklarınızı daha çok düşünüyorsunuz, ayrılmak istemiyorsunuz çocuklarınızdan, birlikte hapse girmeyelim istiyorsunuz. Arkadaşlarımızdan da duyuyorduk. Eşi hapse giriyor bir ilde, kendisi farklı bir ilde. Çocuklar ortada perişan.
“TALİMATLA MI HAMİLE KALDINIZ?”
İlk başta okulda çalıştığım için yakalama kararım olduğunu duydum. Ailem diyor ki, nasıl yani, anaokulu öğretmenisin, nasıl bir terör faaliyeti yapmış olabilirsin. Git mahkemeye bırakırlar, hep böyle söyledi akrabalarım. Öyle olmadı, bir sene kaçmak zorunda kaldım. Sonra oğluma hamile olduğumu öğrendim, dedim ki, şimdi gitsek doğumda hastanede yakalanacağız. O doğum anında hapishaneye gitmek ailelerimiz için daha büyük bir yıkım olacaktı. Gidip kendim teslim olayım dedim. 8 aylık hamileyken kendim gittim. Sadece bir gün nezarette kaldım çok şükür. Arkadaşlarım kadar şanssız değildim. Yalnızca savcının psikolojik bir baskısı oldu. “Sen buraya hamile olarak geldin ki kurtulmak istiyorsun”, “Hamile gelince seni bırakacağımızı mı zannettin?”, hatta o kadar büyük ithamlar ki, “Siz birinden talimatla mı hamile kaldınız? Sonuçta çocuğu veren Allah, dilediği zaman bilemiyorsunuz. Hatta benim vefat eden kızım tedavi ile doğmuştu, çok istemiştik. Biz o süreci de yaşadık yani. Diyor ki, “Eşin gelip buraya teslim olmazsa seni bırakmayız. Kendi hamileliğine güvenerek buradasın!” falan… Psikolojik baskı yaptı. Yapacak bir şey yok… Tutuklama kararıyla mahkemeye sevk etti. Hakime hanım da ev hapsi ya da elektronik kelepçe ile serbest bırakmaya karar verdi. Ben de hamile olduğumu, hastaneye gidip gelmem gerektiğini söyledim. Bu nedenle ev hapsini il dışına çıkma yasağına çevirdi ve adli kontrolle serbest bıraktı. İl dışına çıkamıyorum. Gözaltından sonra çocuğum 15 gün sonra erke doğumla dünyaya geldi. Küvezde kaldı. Kalp krizi geçirdi. O dönemde eşim yanımda yok, çocuğumuzun hayati tehlikesi var. Bu yaşadıklarınıza üzülüyorsunuz, bir yandan çocuğunuzun canıyla boğuşuyorsunuz.
“ÇOCUĞUMUZUN HASTALIĞI İLE CEZAMIZ KALKTI”
Sonra Allah çocuğumuza farklı bir hastalık verdi, böyle elleri ayakları titriyor. Dedik ki herhalde böyle kalacak. Allah bize iki sağlıklı çocuk verdi, bu da böyle olacak. Bulunduğumuz ilde nöroloji doktoru yok başka bir ile gitmemiz gerekiyor. Bir gece yine nöbet geçirince akrabalarım benden alıp götürdüler. Onlar öyle götürürken yaşadığım acı bambaşka. Çocuğunuzu götürüyorlar daha kırk günlük. Annesine ihtiyacı var ama siz anaokulu öğretmeni olduğunuz için çocuğunuzla hastaneye gidemiyorsunuz. Sağ olsun orada bir doktor, böyle şey olmaz çocuğun annesine ihtiyacı var dedi ve bir rapor yazdı. Avukatlarımız savcılığa başvurdu ve il dışına çıkış yasağımız kalktı şükür. Cenab-ı Allah’ın takdiriyle il dışı yasağımız kalkınca çocuğumuzun rahatsızlığı da ortadan kalktı. Dedik ki ummadığımız bir anda bu Allah’ın bir lütfu. Ummadığımız bir anda Allah bu çocuğu ihsan etti, hatta o yüzden adını İhsan koyduk. Hem babamın ismi hem bize bir ihsan gerçekten. İl dışı yasağım kalkmış oldu. Çocuklar soruyorlar tabii, anne babam nerede, çalışıyor başka bir yerde, para kazanıyor diyorum. Ama babası çalışmıyor, hiçbir şekilde maddi gelirimiz yok. Tekrar ailenizin yanına döndüğünüzde psikolojik olarak daha kötü hissediyorsunuz. Onlar sizi okutmuşlar, meslek sahibi yapmışlar. Siz onların evinde farklısınız. Çocuğunuz bir şey istiyor çekiniyorsunuz. Onlar diyor ki, biz size bakarız, çekinmeyin. Sağ olsunlar. Bazı arkadaşlardan aileleri tarafından reddedilenler oldu. Bu konuda bizim ailelerimiz destek oldular.
Sakız Adasında iki çocuğunuzu defnettiniz…
Ben bu yola çıkmadan önce çok korktum. Hani, çocukların başına bir şey gelirse diye. Ama takdir, ecel birdir değişmez. Allah onların canını alacaksa hangi tarih, hangi gün, hangi saat belli, sırf beraber olalım diye çocuklarımızla beraber böyle bir yola çıktık. Başımıza böyle bir kaza geldi ne yapalım. İnanın çok farklı, eşim de ifade etti. Yaşadığınıza sevinemiyorsunuz, gemiye çıktık ki… Kızım yok, oğlum yok… Çok farklı… O cenazeye gittiğim zaman daha çok yıprandım. Dedim ki, gelemem cenazeye… çocuklarımın defin işlemini göremem. Ama bir an önce çocuklarımızı verelim. Güvenlik için adayı terk etmemiz lazım. Kendi ellerimizle çocuklarımı defnettim, Fatma da öyle ellerimizde kürek… Uzaktan halimize bir bakıyorum, gerçekten garipsiniz yani…. Başka bir şey değil. Sonra diyorsunuz ki neden bunlar yaşanıyor? Duyuyorsunuz Türk medyasından madem suçları yoktu neden gittiler. Gitmeselerdi, böyle bir yola çocuklarını çıkarmasalardı… Kendileri sebep oldular. Ben ne yaptım mesela benim 6 yıl 10 ay 15 gün cezam var. Sebep ne, Sungurlu’daki bir özel okulda anaokulu öğretmenliği yapmak. Ben küçük çocuklarla onlara ahlaklı insan olsunlar, vatanına milletine yararlı insanlar olsunlar diye onlara bir şey öğretmeye çalışan insanlar olarak ben nasıl bir terör faaliyetinde bulunmuş olabilirim. Ne yapmış olabilirim yani. Hiçbir terör dokümanı yok, ben silah mı taşımışım, hangi terör faaliyetine katılmışım, nerede benim suçum, ama sen o okulda çalıştın. Bunun başka bir izahı yok. Bunları duyunca daha da üzülüyorsunuz.
Yunan yetkililerden nasıl bir muamele gördünüz peki?
Gerçekten sağ olsun o Sakız Adasındaki insanlar, o Birleşmiş Milletler temsilcileri ülkemizde göremediğimiz sıcaklığı onlardan gördük. Hiç biri bize neden çıktınız bu yola, niye buradasınız, hiç düşünmediniz mi demedi. Hep dediler ki siz meslek sahibi okumuş insanlarsınız. Çok zor durumda kalmasanız yola çıkmazsınız. Biz şu an sadece sizin acınızı paylaşıyoruz. Biri bile neden diye sormadı yani. Görüyoruz, hiç kimse üç çocuğunu alıp da tehlikeli bir yoldan bir problemi olmasa gelmez. Maalesef çocuklarımızı burada kaybettik, Cenab-ı Allah cennette bizi kavuştursun, öyle diyoruz. Kaç çocuğun var, üç, ikisi cennette… Cenab-ı Allah bize bir tanesini bağışladı. Rabbim orada bizi muhafaza buyursun. Çocuklarımıza kavuşacak bir yaşam bundan sonra nasip etsin. Duamız öyle.
Eşiniz denizde 10 saat boyunca hayata tutunma mücadelenizi anlatı. Siz neler hissettiniz o anlarda?
Tedirginliğim en çok bebekten tedirgin oldum. Küçük, kayarsa elimizden diye korktuk. Teknenin kaza yapma ihtimalini hiç düşünmedik. O yüzden botla gitmeyelim, tehlikeli dedik ve böyle bir yolu tercih ettik. Çok sıkı tuttum düşmeyelim diye. Çocuklar da düşünce, hani can yelekleri var, belki kurtulur ama o can yelekleriyle büyük insanların bile durması zor suda. Can yeleği çıkmasın diye sabaha kadar tuttuk. Çocuklar imkansız baş edemezler. Eşimle de diyoruz, son anlarımız, dünyalık bir şey konuşmayalım. Bak ölmeden önce bize böyle bir fırsat verdi tövbe-istiğfar edin de sizi öyle alayım diye. Sabaha kadar tövbe, Kelime-i Şehadet… Hatta bazen böyle düdük falan çalıyoruz sesimizi duyurmak için, eşim diyor ki, son anımızda düdük çalarak ölmeyelim diyor. Sürekli Kelime-i Şehadet getiriyoruz. Soğuktu, ayaklarım üşüyor acaba suyun soğukluğu mu, ölüm soğukluğu mu? O karanlıkta Cenab-ı Allah’ın eşimi yanıma göndermesi, o olmasaydı ben zaten bırakırdım kendimi. Bir süre sonra uykunuz geliyor, bunalıyorsunuz. Kendimizi bırakırsak intihar etmiş olacağız, sabret… Allah canımızı alacaksa da dalgalarla kendisi alsın yani. Burada tam kazanacakken kaybederiz. Son ana kadar dayan, o can yelekleri söndü sabaha karşı. Sadece yüzümüz kaldı suyun üstünde. Bekliyoruz. Öleceğiz artık ama ne zaman Azrail gelirse… ama kader yaşattı bizi.HABERİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN