Deniz Yücel, Alman hükümeti için “mesleki faaliyetlerinden dolayı tutuklu bir gazeteci”, Türk hükümeti için ise “Ajanterörist” olarak tanımlandı. Yaşadıklarını bir kitapta toplayan Yücel, DW Türkçe’ye konuştu.
DW Türkçe: Türkiye’de devletin en üstü ve üst düzey yetkilileri sizin için “Ajanterörist” ifadesini kullandı. Kitabınızın adı “Ajanterörist”. Neden?
Deniz Yücel: Ajanterörist, Recep Tayyip Erdoğan’ın, benim hakkımda konuşurken Türkçe lügata soktuğu bir kavram. Ben de kitabıma başlık düşünürken dedim ki cumhurbaşkanım madem bize böyle bir ikramda bulundu, şimdi onu kullanmamak ayıp olur. O yüzden telif hakları Tayyip Erdoğan’a ait olan bu kavramı kitabıma başlık olarak seçtim.
Yargı sürecinizle ilgili ya da yaşanan tüm siyasi gelişmelerde sizin ne düşündüğünüze dair sorulacak birçok soru var. Ama sondan başlayalım… Ne oldu da onca suçlama varken bir “Ajanterörist” serbest bırakıldı?
Ya ilginç, evet. Sabah gazetesinde, mesela “Ajanterörist” olarak tutuklandım ve “Die Welt gazetesi Türkiye muhabiri gazeteci Deniz Yücel” olarak tahliye oldum. Yani ben içeri alındığımda, tutuklandığımda Türkiye’deki mevcut iktidar ve bizzat Tayyip Erdoğan bundan kendine bir çıkar umduğu için tutuklandım.
“Serbest bırakılma şartlarım da tutuklanmam da hukuk dışıydı”
Keza serbest bırakıldığımda yine bir çıkar umut ettiği için serbest bırakıldım. Benim serbest bırakılmam tümüyle siyasi bir karar. Gerçekten biliyorum mahkemeye talimat geldi, bu adamı serbest bırakın. Yani benim serbest bırakılma şartlarım – tekrar ediyorum – sadece tutuklanmam değil, serbest bırakılma şartlarım da hukuk dışıydı.
Türkiye ile Almanya arasında ciddi bir savunma sanayi ticareti var. Kitabınızda, aynı cezaevindeyken yaptığınız gibi bir noktayı vurguluyorsunuz. “Deniz Yücel ve tank kelimeleri aynı cümlede kullanılamaz.” Bir de Gülen yapılanmasına bağlı kişilerin sizinle takas edilmesi gibi birtakım pazarlıklar döndüğü iddia edildi. Bunlar doğru mu?
“İktidardaki bir mafya düzenidir”
Tayyip Erdoğan şunu düşündü, madem bu adam Almanya için bu kadar kıymetli, bari boşuna vermeyelim bir karşılığını alalım. Bir gangster kafasında ama Ahmet Şık’ın da hep dile getirdiği gibi iktidardaki zaten bir mafya düzenidir. Mafya başı da Tayyip Erdoğan. İlk dediğiniz gibi bir takas denedi. İşte falanca generalleri verirler, sonradan biz Deniz’i veririz. En son da Gerhard Schröder Türkiye’ye geldiğinde Erdoğan’ı bunun mümkün olmadığına ikna etti. Ondan sonra Tayyip Erdoğan’ın denediği başka bir şey, “Bari en azından bir silah alalım, tümüyle bedavaya vermeyelim bu adamı.” Yine hâlâ konuşan, hareket eden bir gangster zihniyeti. Ama tüm açık bilgilere göre ve benim defalarca Alman hükümetine, çeşitli makamlarına sorduğum ve aldığım bilgiye göre öyle bir pazarlık olmadı.
Sizin dahilinizde, bilginizde bir pazarlık olmadı…
Sadece benim dahilimde, bilgimde değil. Almanya tüm sıkıntılarına, burada da var olan sorunlarına rağmen nispeten şeffaf bir devlet. Türkiye gibi değil. Yani izine tabii olan her türlü ihracatını devlet size bildirmek zorunda. Yani Türkiye’ye silahlar satılıyor. Evet, ben içerideyken de silah satışı devam etti. Hiçbir zaman askıya alınmadı. Belli bir ölçüde halen, o zaman da vardı, şimdi de var. Türkiye’nin aldığı bir şey var, evet, tümüyle boşuna çıkmadım. Nispeti bir normalleşme kazandı… Türkiye bazılarının telaffuz ettiği büyük devlet falan filan olsa Almanya’dan bana ne diyebilirdi. Öyle bir konumda değil. Hele ki ekonomik açıdan hiç değil. O yüzden ilişkileri tekrardan düzeltmek zorundaydı ve bu yol benim serbest kalmamdan geçiyordu.
“Türkiye gazeteciler için hiçbir zaman çok da kolay bir alan değildi”
İddianameye gelelim… Bir yıl beklediniz ve hazırlanan iddianamede, yaptığınız haberler üzerinden suçlamalar yapıldı. Bunlar arasında PKK yöneticilerinden Cemil Bayık ile röportajınız da var. Bir gazetecinin işi haber yapmak ve ilgili herkese soru yöneltmektir. Bu suçlamalarda, kendinizden şüphe ettiğiniz anlar oldu mu?
Hayır, hayır. Yani şöyle ki tüm meslektaşlar için geçerlidir, yani bir işi daha iyi yaptığını düşünürsün ya da bu işi de “Eh, bu da çok da iyi olmadı” deyip geçersin. Ama genel olarak “Keşke bunu yapmasaydım, keşke Kandil’e gitmeseydim, keşke 15 Temmuz gecesi sokağa çıkan az sayıda yabancı gazetecilerden biri ben olmasaydım” gibi şeyler düşünmedim hiçbir zaman. Benim işim bu. Türkiye gazeteciler için hiçbir zaman çok da kolay bir alan değildi. İfade özgürlüğünün, düşünce özgürlüğünün tümüyle geçerli olduğu bir dönem, o topraklarda hiçbir zaman yaşanmadı.
Böyle bir süreç olabileceğini düşünebildiniz mi? Bu kadar uzun süreceğini?
Bu kadarını değil, hayır. Ama sadece ben değil, Alman siyasileri, Alman diplomatlar, avukatlar, başka gazeteciler de beklemiyordu. Vatan Caddesi’ndeki nezarethanede ve daha sonra cezaevinde falan karşılaştığım herkes “Seni gözaltına alamazlar” diyordu. “Seni alamazlar” dediler, aldılar. Tutuklandım, “Seni fazla tutamazlar” dediler, valla tuttular. Böyle bir şey, bunun zaten bir örneği yok ve Türkiye’nin bunu göze alacağını kimse tahmin etmemişti. Altında yatan da şuydu: Türkiye, Avrupa Birliği’ne dahil olmak istiyor, yüzünü Batı’ya çevirmiş bir ülke, ekonomik ilişkiler çok yoğun, politik ilişkiler çok yoğun ve sadece bir gazeteciden dolayı böyle bir krizi göze alamaz diye düşünülüyordu.
“Erdoğan’ı bekleyen Silivri 9 No’lu Cezaevi’dir”
Benim sürecim de bir daha gösterdi ki Tayyip Erdoğan’ın iktidarda kalmak için yapmayacağı şey yoktur. Çünkü biliyor ki çıktığı gün onu bekleyen, Marmaris’te kafa dinlemek, emeklilik değil. Çıktığı gün onu bekleyen, benim terk ettiğim ve bir sürü arkadaşın hâlâ bulunduğu Silivri 9 No’lu Cezaevi’dir. O yüzden bu iktidarı bırakmayacaktır.
Uzun bir süreçti, “siyasi rehine” olarak tutulduğunuzu belirtiyorsunuz. Şimdi üzerinden zaman geçti, yeniden o dönemi düşününce Alman hükümetinin tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeterli miydi?
Alman hükümetinin Türkiye politikasını tutuklanmadan önce de eleştiriyordum. Şimdi de hâlâ çok eleştirdiğim nokta var ama söz konusu kendim olduğumda “Benim hakkımda yeterince yapmadı” demek tuhafıma gidiyor. Benim görebildiğim kadarıyla gerçekten önemsediler. Bir yandan müthiş bir kamuoyu baskısı da vardı. Alman hükümeti meseleyi ciddiye aldı. Türkiye tarafını şaşırtan biraz da buydu. Almanya tarafı sadece meydanlarda “Deniz, Deniz” demedi. O, onların bildikleri bir şey, tribüne konuşmak.
2015’ten beri bir hayatınız, bir eviniz ve kediniz vardı. Cezaevinde evlenmek zorunda kaldınız. Sonra serbest bırakılacağınız an geldi ama anında Türkiye’den çıkmanız gerekiyordu. Ama sizi ikna etmek zorunda kalmışlar. Neden?
“Bin Ali, in Ali’ diyebilir ama bana diyemez”
Dönemin Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, eşim Dilek’e, “Türkiye’de şu an içeride olan birine, seni hemen serbest bırakıyorlar, tek koşulu derhal ülkeden çıkmak, bunun için ben de sana uçak yolluyorum. Kim hayır der ki?” dedi. Dilek de diyor ki, “Bu Deniz, yani reddedebilir.” Ve ben bunu kabul etmedim çünkü düşündüğüm şuydu: Bu duygusal bir şey de aynı zamanda.
Bu adamın işine geldiğinde ben içeri atılacağım ve bu adamın işine geldiğinde ben dışarı çıkacağım ve ben buna hiçbir şey demeyeceğim. Ben Binali Yıldırım değilim. Yani Binali Yıldırım’la bilmem kime böyle davranıp “Bin Ali, in Ali” diyebilir ama bana diyemez. Altında yatan şöyle psikolojik bir ruh hali de vardı: İki yıldır İstanbul’da yaşıyordum. Hayatım, arkadaşlarım, kedim, evim, işim İstanbul’daydı. Bu işimden zorla, şiddetle alındım. Bu hayatımdan koparıldım. O hayatımı geri istiyorum.
“Bir de… babam hastaydı…”
Nasıl ikna oldunuz peki?
Dilek’le konuşurken “Ya sen onların istediğinin olmamasını istiyorsun ama böyle bizim istediğimiz de olmayacak. Sen onları bırak, biraz da bizi düşün” dedi. Bu beni düşündürdü. Bir de babam hastaydı. Ağır kanser hastasıydı. Belki ben cezaevinde daha 3 ay, 5 ay kalsam da babam 3 ay, 5 ay kalmayacak. Nitekim ben çıktıktan 4 ay sonra da kaybettik.
Cezaevinde maruz kaldığınız kötü muameleye ve işkenceye, savunmanızda yer verdiniz, kitabınızda da… Bir suç duyurusu yaptınız, ancak o dönem kamuoyuna yayılmasını istemediniz. Hakkınızdaki her ayrıntı, siyasi malzeme oldu, bunu engellemeye mi çalıştınız?
Bunun iki sebebi vardı. Bir, dediğiniz gibi suç duyurusunda bulunduk. Süregiden bir mahkeme süreci vardı. Ben çıktığımda henüz bu süreç tamamlanmamıştı. O yüzden bu sürece müdahale etmek istemedik. İkinci sebep, bu kötü muamele ve işkence diyorum çünkü sistematik bir şekildeydi. Sindirmek üzerine, aşağılamak üzerine kurulan bir şeydi ve her gün sınırlarını aşabiliyordu. İlk gün olmadı, ikinci gün göğsüme, sırtıma vurdular. Üçüncü gün yüzüme vurdular yani bu sınırın nereye kadar taşınacağına dair de bir güvenceniz yok. Onların insafına kalmışsınız. O altı gardiyanın tek başına yapması mümkün değildi. Cezaevi yönetiminin, Silivri 9 No’lu Cezaevi’nin müdürü Ali Demirtaş’ın bundan habersiz olması mümkün değil.
“Belki zaten istedikleri buydu”
Ha, talimatı o mu verdi? Onu kesin söyleyemem. Bizzat Cumhurbaşkanı’nın konuştuğu bir kişi hakkında bir cezaevi müdürü kalkıp da “Ben buna haddini bildireceğim” demeye cesaret edebilir mi? Türkiye’de, o dönemde bence edemez. Bu yukarıdan gelen bir talimatla yapıldı ve bence amaç, tutuklanmam Almanya’da zaten bir tepkiye yol açmıştı, bunu daha da körüklemekti. Bunu kamuoyuna duyurmayacağımızı mı düşündüler? Pek imkân vermiyorum. Belki zaten istedikleri buydu. Ve en önemlisi bunun yeri içeriden yazdığım herhangi bir mesaj, bir röportaj değildi. Bunun yeri mahkemeydi. Beni yargılayan devletin karşısında ben bu devletin tepesindeki, en tepesindeki adamın sorumluluğunda, belki de hatta onun talimatıyla işkence gördüm demekti…
“Ajanterörist” adlı kitabı 10 Ekim’de Almanya’da piyasaya sürülecek olan gazeteci Deniz Yücel’in bir sonraki duruşması 17 Ekim’de görülecek. Deniz Yücel 4 yıldan 18 yıla kadar hapis istemiyle yargılanıyor.Gezal Acer
©Deutsche Welle Türkçe