Celal Başlangıç: Suriye’ye operasyondan başka ne yapabilir? Valla daha ne olsun, en son içeride siyasi bir soykırım olabilir. Çünkü yapacak başka bir şeyi kalmadı artık. Söz konusu Kürtler ise demokrasi teferruattır.
Türkiye halkı biraz da manipüle edilen bir halk da değil mi aynı zamanda? Kamuoyunu oluşturacak unsurların başında muhalefet geliyor. Muhalefetten çok güçlü bir ses yok. Basın desek, yüzde 95’i güdümlü hale gelmiş. Muhalif seslerin çoğu duyulmayacak bir şekilde engelleniyor. Türkiye’de sıradan bir insanın doğru haber ve bilgi alabileceği bir kaynak gözükmüyor.
4 yıllık gazeteci Celal Başlangıç. Mesleğe 1975’te Ege Ekspres’te başladı. Demokrat İzmir ve Politika gazetelerinde çalıştıktan sonra 1981 ve 1994 yılları arasında Cumhuriyet’te Adana Bölge Temsilciliği, İç Politika Servis Şefliği, Yazıişleri Müdürlüğü yaptı.Evrensel gazetesinin kurucu genel yayın müdürü oldu. Radikal gazetesinde çalıştı. Bir grup gazeteciyle birlikte Beyoğlu gazetesini çıkardı. T24 ve Gazete Duvar internet portallarında yazıları yayımlandı.
Artı Gerçek Genel Yayın Yönetmeni olarak çalışmalarını Almanya’nın Köln kentinde sürdüren Başlangıç’ın aralarında Kanlı Bilmece, Korku Tapınağı: Güçlükonak-Silopi-Lice-Tunceli, Hayatın Rengi Gökkuşağı, Hayata Söylenmiş Şarkılar‘ın da bulunduğu yayımlanmış sekiz kitabı var.90’lı yıllarda Türkiye’nin güneydoğusunda ilan edilen olağanüstü hal döneminde yaşanan hukuksuzluklarla ilgili yazdıklarıyla bölgeyi en iyi bilen gazetecilerden biri.“Nasılsınız” diye soranlara, “İyiyim, iyi olmak zorundayım” diyen Başlangıç, hiçbir şey için geç olmadığını belirterek Türkiye’yi normal şartlara döndürmek gerektiğini vurguluyor: “Geleceğin Türkiye’sini, AKP’siz Türkiye’nin nasıl kurulacağını, AKP’nin bu ülkede açtığı yaraların, verdiği hasarın nasıl onarılacağını şimdiden hesap etmemiz lazım. Çünkü anayasal düzenden eğitimine, sağlığına, medyasına kadar, adaletine kadar Türkiye’de birçok kurum yaralanmış ve işlevleri tersyüz edilmiş ve tek parti iktidarına bağlanmıştır. Bundan sonra düşünülmesi gereken bu AKP tahribatı nasıl giderilecektir…”
Celal Başlangıç, Kronos‘un sorularını yanıtladı.
Bir fotoğrafla başlamak istiyorum. Geçtiğimiz hafta Çanakkale’de bir hastanede göz ameliyatı olan eşine refakat eden Ekrem Yaşlı, başka bir hastanın refakatçisi tarafından darp edildi. Görüntüde, başından aşağı kanlar akıyordu. Yaşlı, “Eşimle Kürtçe konuştuğum için saldırdı bana” dedi. Soruşturma sonunda, “Soyut iddialara somut deliller bulanamadı” denilerek dosya kapatıldı. Bu fotoğraf Kürtlere ne anlatır?
Aslında, meseleye şuradan bakmak lazım diye düşünüyorum: 1990’lı yıllara kadar devletin resmî ideolojisinde Kürt yoktu. Kürtler de Türktü. Ama onlar dağ Türküydü. Dağlarda kar sertleşiyor. Sert kara basınca kar kurt ettiği için onlara Kürt denmiş diye bir söylem, ideoloji vardı. Hatta ben bunu 1992 yılında Aziz Nesin’e sormuştum. Şırnak yakılıp yıkıldığında, Çağdaş Gazeteciler Derneği olarak Aziz Nesin ile beraber bir heyet oluşturmuştuk. O zaman giderken yolda anlatmıştım Aziz Nesin’e. Rahmetli demişti ki, “Bunca yıllık mizahçıyım ama ben bile bunu uyduramam.” Fakat süreç içerisinde Kürtlerin varlığını devlet kabul etmek zorunda kaldı. Bu sefer de “Kürt vardır ama teröristtir.”, “Kürt vardır ama kötüdür,” yani negatif bir kabul geldi. Şimdi birincisi bu olay, linç edilen bir genç de var, onun bir yansıması. Cumhuriyetin, özellikle 1925’den bu yana gelen ideolojisinin bir yansıması. İkincisi de, daha önemli yanı, AKP’nin Kürt düşmanlığı. 2015 yılında çözüm masasını devirdikten sonra anti-Kürt bir kampanyayla milliyetçi oyları arkasına takmaya çalışan AKP’nin ülkeyi getirdiği nokta burası. Her ne kadar “Biz Kürt düşmanı değiliz, biz teröre karşıyız,” diyorlarsa da bütün yaptıkları, Suriye örneğinde de gördüğümüz, Kürt düşmanlığı. O Kürt düşmanlığının aşağıya, araziye, halka yansıması. “Halkı din ve devlet duygularıyla tahrik etme” suçunu aslında AKP devleti işliyor şu anda. Bu, onun bir yansıması.
Ortada bir suç varsa bunun bir de cezasının olması gerekmez mi? Fakat cezai bir karşılığı yok.
Yani sen Kürt vardır deyince ayrımcılıktan yargılanıyorsun, ama adam Kürtçe konuşuyor diye birini döverse dövmekten bile yargılanmıyor, bırak ayrımcılıktan yargılanmayı. Takipsizliğe uğruyor. Cezasızlık kavramı var. İşkenceye karşı cezasızlık, adam kaçırmaya karşı cezasızlık, insanları yargısız infaz etmeye karşı cezasızlık. Bu da o cezasızlık kavramına giriyor. Cezasızlık demek, devletin desteklediği suçlar demektir. Şu an AKP devleti de bu suçları destekliyor.
AKP GİDİNCE KİM HESAP SORACAK?
Sözünü ettiğiniz suçları işleyenler nasıl kendilerinden bu kadar eminler? Evet, şu an cezasızlık var ama işkenceye karşı işlenen suçlar gibi insanlığa karşı suç işleyenler bir gün yaptıklarının karşılarına çıkacaklarını bilmiyorlar mı?
Ben böyle bir şey görmüyorum. Var olan iktidardan destek görüyorlar şu anda. Onları yargılayacak ciddi bir muhalif güç görmüyorlar. Temel sorun bu yani. O olmadığı için, köpeksiz köy bulup değneksiz gezme hikayesi bu işte. Hesap verme korkuları yok, hesap verilecek güç yok şu an karşılarında. Yarın, muhalefet olarak Meral Akşener mi gelecek hesabını soracak? Şu hâlde CHP mi gelip soracak?
Sormayacak mı?
Soracak gibi görünmüyorlar. Bunun için ciddi bir kamuoyu baskısına ihtiyaç var. Bu cezasızlık kavramını geliştiren, yerleştirenlerin en azından seçmenler tarafından oy ile mahkûm edilmesi gerekiyor. O korkuları bile yok. Çünkü Türkiye halkı, çok da bunlara önem veren bir halk değil açıkçası.
‘BASININ SAHİPLERİ SARAYIN ADAMLARI’
AKP iktidarı bir şey yaptı, onu iyi görmek lazım. Bu zamana kadar olan iktidarlardan farklı bir iş yaptı ve medyanın mülkiyetiyle oynadı. Şu zamana kadar hiçbir iktidar böyle bir şey yapmamıştı. AKP iktidarı bir anlamda mülkiyeti üzerine geçirdi. Aslında şu an gazetelerin, televizyonların sahipleri gözüken müteahhitler, iş adamları Saray’ın adamları. Saray adına o mülkiyetleri emaneten taşıyorlar ve istedikleri zaman, Saray istediği zaman, istedikleri kişiye devrediyorlar. O gezici bir mülkiyet hatta. Böyle olunca tabii medyanın yüzde 95’ni ele geçirdiler.
Bir kısmını baskıyla, bir kısmını parayla, bir kısmının da mülkiyetini satın alarak susturdular. Öyle bir şey yaptılar ki medyanın mülkiyetini TMSF’ye düşürdüler. TMSF’den istediği müteahhitlere, ihale verdiği müteahhitlere devrettiler. Evvelden devlet, medya mülkiyeti açısından şöyle bir şey yapardı: Tansu Çiller, Mesut Yılmaz iktidarına kadar süren bir süreçti, gazete ve televizyon sahiplerine ihale verirdi. Enerji dağıtım ihalesinden barajların satılmasıyla önce, sonra kiralanması falan oldu. Ama bu paradigmayı, AKP iktidarı tamamen tersine çevirdi. Ne yaptı? İhale verdiği müteahhitlere TMSF’ye düşürdüğü gazeteleri ve televizyonları vermeye başladı. En farklılaşan yer burası. Medya mülkiyetiyle oynadı derken de işin ucunda bir de bu var. Medya mülkiyetini tamamen ele geçirdi. Ama yetmiyor, ele geçirmesi de yetmiyor. Bir sürü halkı medya gücüyle manipüle etti. Fakat şimdi tirajlar artık düştü, izlenme oranları düştü, halkın başka bir arayışı başladı. Bu yüzden hem Türkiye’deki muhaliflerin son kalan kırıntılarına baskı yapıyor hem de yurt dışından yayın yapan kurumları denetim altına almaya çalışıyor. Şu ana kadar tek taraflı bir bilgi bombardımanıyla halkı tuttu. Bunda da bir ölçüde başarılı oldu. Yani Türkiye insanları gerçekleri öğrenemiyor. Gerçekleri öğrenebilecekleri çok sınırlı kanallar var. Yaygın ve egemen medya ise tamamen iktidarın yalanlarını pompalayan propaganda aygıtına dönüştü. Dev bir aygıt var karşımızda. Sorun da zaten bunu delip halka doğru bilgiyi aktarabilmekte. Mesela son yapılan benzin zammını bu halkın en az yarısı İnönü zamanında falan yapıldığını zannediyor.
Sınırlı muhalif yapan yayınlar da yine şeytanlaştırılan yayınlar. Sınırlı sermaye ile, sınırlı imkânlarla hem muhabir hem yazar hem teknik ekipman anlamındaki yetersizliklerle Türkiye’deki bu bilgisizliği, habersizliği giderebilecek durumda mı?
Şunu söyleyebiliriz: Üç yıl öncesine göre daha avantajlı durumdayız. Neden daha avantajlı durumdayız? Çünkü halkın büyük bir kısmı alternatif yayınlara yönelmeye başladı. En azından üç yıl önce çok az sayıda insan yönelmişken şimdi bu yönelme giderek arttı. Hatta ben şundan eminim ki haber almak isteyen AKP’liler bile kendi organlarını okumuyor, muhalif medyaya bakıyor sonuç itibarı ile. Bu giderek yayılacak ama nereye kadar yayılacak, nerde durur onu kestirmek zor. Bir de tabi ki burada ana muhalefet partisinin rolü çok büyük. Ne yazık ki CHP bu tür işleri yerine getiremiyor. CHP’ye yakın kanallar bile, örneğin işte bu son Barış Pınarı Harekatı’nda gördüğümüz gibi AKP’li yayın organlarının dilini tercih etti Halk TV’den Cumhuriyet gazetesine kadar. Kullanılan bütün terminoloji AKP’lilerin kullandığı terminoloji ile aynı. Muhalefet yayın organları da temel meselelerde görevini yerine getiremiyor ve gelip bu şaibeli iktidarın arkasında hizalanıyor.
Muhalefetin aldığı kararlar nasıl alınıyor? Mesela son tezkere…
Kemal Kılıçdaroğlu çıktı, ‘evet’ diyeceğiz dedi tezkereye. Biz araştırdık nerede alındı bu karar diye, çünkü partinin Afyon’da bir kampı vardı. O kampta konuşulmamış bile bu mesele. Onu öğrendik. Parti meclisi, karar organlarından biri, orada da konuşulmamış. Hatta MYK’da da konuşulmamış. Sadece genel başkan tarafından bazı MYK üyelerine dikte ettirilmiş. Şimdi CHP’nin ikincisi defosu bu. Biri dokunulmazlıkların kaldırılması konusundaydı. O da bir yerde konuşulmadı aslında. Bir akşam televizyona çıktı Kılıçdaroğlu, dedi ki: “Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz.” Şimdi soruyor çıkıp, en son grup toplantısında konuştu, “Ne işin var senin Suriye’de?” diye. Ya sen tezkereye evet dedin sen gönderdin ya. Gönderenlerden biri de sensin. Ne yazık ki bu AKP iktidarının diskuruna teslim olmaktır, muhalefet de buna destek olmuş durumda. Burada tek aykırı duran, ayrı duran HDP. Onu da başka türlü çökertmeye çalışıyorlar.
Bir parti kendi alt organlarında istişare etmeden, ilgili kurullarında konuşmadan kararlar alıyorsa, genel başkan kendi başına mı alıyor bu kararları yoksa başka bir güç tarafından dikte mi ettiriliyor?
Valla ben başka yerlerden dikte ettirildiğini düşünmeye başladım. Çünkü bu iş fazla olmaya başladı. Suriye operasyonuna evet denmesini eleştiren CHP’nin iki yıllık Mardin il başkanı görevden alındı. O kadar tartışılmaz kılıyorlar. Şimdi ne farkı kaldı bunun AKP anlayışı ile. Yüzde 95’i basının iktidarın elinin altında diyorduk kalan yüzde 5’inin büyük bölümü de iktidarın dümen suyuna girip AKP’nin arkasında hizalandılar. Dokunulmazlıkların kaldırılmasının arkasında da hizalandılar. Sınır ötesi harekatın tezkeresine evet diyerek de hizalandılar.
‘KÜRTLER CHP’NİN KAZANMASI İÇİN DEĞİL AKP’NİN KAYBETMESİ İÇİN OY KULLANDI’
Oysa görece bir dayanışma vardı. Mesela, Kürtlerin büyük çoğunun da destek verdi İstanbul ve Ankara’daki büyükşehir belediye başkanlıklarının CHP tarafından kazanılması için. Bu iyimserlik havasının bu kadar kısa süre içerisinde biteceğini düşünüyor muydunuz?
Kürtler CHP’ye destek vermedi. AKP’ye desteğini kesti. Stratejik oy kullandılar. CHP’nin kazanması için değil AKP’nin kaybetmesi için oy kullandılar. CHP’den çok büyük bir beklentilerinin olduğunu sanmıyorum zaten. Bu oluşan muhalefet havasını, demokratik cepheye muhalefetin bu anlayışı ciddi bir darbe vurdu. Çünkü artık iş başka yere doğru gidiyor. Gittiği nokta şu: bir tarafta CHP ve HDP itilafı kalacak diğer tarafta İyi Parti, Saadet Partisi, Ali Babacan’ın kuracağı parti başka bir cephe oluşturacak. Muhalefet bu anlamda iki temel yapıya ayrılacaktı. Fakat bu yapı, şimdi CHP’nin bu yöntemiyle ciddi bir şekilde zedelenmiş oldu. Ciddi bir güvensizlik yaratan bir olay bu.
CHP MYK’sını kim seçiyor?
Çoğu CHP’li bunun farkında. CHP’nin tümü için söylemiyorum bunu. Özellikle CHP’nin şu andaki MYK’sı için söylüyorum. Bakın hâlâ o tüzük maddesi değişmedi. Deniz Baykal için hazırlanmıştı bu tüzük. Kemal Kılıçdaroğlu kullanıyor. 50 kişilik parti meclisi seçiliyor, içinden 14-17 kişilik MYK seçiliyor. Bu MYK’yı kim seçiyor? Genel başkan seçiyor. Bu MYK, Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçtiği bir MYK’dır. Mesela parti meclisinde Kemal beyin istemediği isimler var. Niye? Onlar kurultaydan giren isimlerdi. Parti meclisi içinden de MYK seçilmiyor. Kemal Kılıçdaroğlu kendi seçiyor. Şu anda CHP’nin MYK’sı aslında Kemal beyin görüşlerini yansıtan bir yapıdır. CHP’nin tümü için bunu söylemek kolay değil. Çünkü orada gerçekten direnen demokrat unsurlar halen daha varlığını sürdürüyor.
Fakat aynı partide Sezgin Tanrıkulu gibi siyasetçiler hayat bulabiliyor ve büyük tepki de görmüyor.
Bazı ulusal kesimden tepki görüyor zaman zaman fakat Sezgin Tanrıkulu çok çalışkan olduğu için kamuoyu tarafından destekleniyor.
‘AKP’DEN ÇIKACAK YENİ BİR MUHALEFETİN FAYDA SAĞLAYACAĞINI DÜŞÜNMÜYORUM’
Geleneksel muhalefet bu haldeyken yeni sesler de duyulmaya başlandı. Bu seslerin bazıları AKP içerisinden çıkan Babacan’ın gurubu ve Davutoğlu’nun gurubu mesela. Fakat tam olarak ortaya da çıkamıyorlar, çünkü yaptıkları en küçük faaliyet engelleniyor. Sizce bu oluşumlar kuluçkadan çıkabilecekler mi, çıkabilirlerse bir rüzgâr estirebilirler mi?
Suriye’ye yapılan askeri harekatın en temel unsurlarından bir tanesi kendi içlerindeki parçalanmayı önlemekti. Ben AKP içerisinden çıkabilecek yeni bir muhalefetin Türkiye’ye fayda sağlayacağını düşünenlerden değilim ve bunlara bel bağlamıyorum. Zaten bunlar geçmiş dönemde aynı suç şebekesinin ortakları konumundaydılar ama son dönemde AKP’nin hegemonik yapısını % 1-3 düşürebilmeleri benim açımdan önemli. Onun dışında geleceğe yönelik bu oluşumlardan pek bir beklentim yok. Bu savaşın sonucunda da bu muhalefet durmak zorunda kaldı. Zaten ana muhalefet durmuştu, mecliste bulunan muhalefetler durmuştu ve bunun sonucunda da Tayyip Erdoğan dar bir parkurda istediğini almış oldu. Tayyip Erdoğan ilk perdeyi kazanmış gibi göründü fakat Ortadoğu bataklığının kaç perdeden oluştuğunu unutmuş durumda.
‘AKP KİNCİ BİR PARTİ OLDU’
Türkiye’de siyasal değil, toplumsal muhalefet de eziliyor. Toplumsal muhalefete bir baskı da diğer muhalif cephelerden geliyor. Mesela, AKP ile kavga etmemeniz gerekiyordu, orta yolu bulabilirdiniz gibi. Oysa AKP kendi başbakanı olan Ahmet Davutoğlu’na bile tolerans göstermiyor. AKP’ye sürekli biat etmek mümkün mü?
AKP bu yola toplayıcı bir parti olarak çıkmıştı ama daha sonrasında tek adam rejimini destekleyen bir partiye dönüştü ve tek adam da bu partiye kendi kimliğini ve damgasını vurdu. Vurulan damgalardan biri de “kincilik.” AKP kinci bir parti oldu. Bu kini muhalefete zaten yapıyordu fakat özellikle kendi bünyesinden ayrılan isimlere bile terörist damgasını vurmaya başladı. AKP, kendisine muhalefet eden herkese terörist damgasını vurabilecek bir konuma geldi ve sadece bunu yapmakla kalmayıp, hakkında dosyası varsa, yolsuzluk iddiası varsa bunu da kalkıp açıklar. Milli İstihbarat Teşkilatı, Cumhurbaşkanlığına bağlandıktan sonra, MİT’in sadece devletin güvenliği için değil AKP’nin güvenliği içinde istihbarat toplayan bir yapıya erildiğini görebiliyoruz. Daha doğru bir tabir ile Milli İstihbarat Teşkilatı, Tayyip Erdoğan İstihbarat Teşkilatına dönüşmüş durumda.
‘ÜLKEDE IŞİD’CİLER CİRİT ATIYOR’
Bu durum uzun vadede Türkiye’nin güvenliğini tehdit etmez mi?
Artık Türkiye’nin güvenliği mi kaldı? Ülkenin içerisinde IŞİDciler cirit atıyorken, El Kaideciler cirit atıyorken, çeteler sokakta adam vuruyorken ve devlet kendi eliyle insan kaçırıyorken ülkenin güvenliğinden söz etmemiz pek mümkün olmuyor. İnsanlar kaçırılıyor, biri 6 ay yok diğeri 8 ay yok ve her nasıl oluyorsa hepsi Ankara Terörle Mücadele’den çıkıyor. Olabilir mi böyle bir rezillik?
Kaçırılan kişilerden biri daha Ankara TEM’de ortaya çıktı. Daha önce bulunan kişilerin ailelerinden çekingen açıklamalar geliyor. Bu insanların ailelerine nasıl bir baskı kuruluyor olabilir?
Olaylar hep bir benzerlik içeriyor. Anlatan kişilerden ikisi zaten cezaevinde bir tanesi de yurtdışında. İnsanlar kaçırılıyor 7-8 ay olmadık işkencelere maruz kalıyorlar. Hepsinin ortak yönü ise 20-25 kilo vermiş bir şekilde ortaya çıkmaları. Diğer bir ortak nokta ise hiçbirinin avukat isteğinde bulunmaması ve garip bir şekilde devlet bu insanlara avukat buluyor ve bu avukatların hiçbiri barodan falan da değil. Bulunan dört kişiye, kadın bir avukat veriliyor ve avukat MHP’li çıktı. Tam bir devlet tezgâhı var ve bu devlet hukuk devleti olmaktan çıktığı için biz şu anda bir çete anlayışı ile karşı karşıyayız.
‘AKP KENDİ ÇIKARTTIKLARI YASAYA BİLE UYMUYOR’
Herkes devlet önünde savunmasız durumda. Milletvekili olmanız, belediye başkanı olmanız, öğretmen olmanız veya bir general olmanızın hiçbir önemi yok ve kanun önünde siz istenilen zamanda itham edilebiliyorsunuz. Türkiye’de herkesin birincil görevinin hukuk güvencesini teminat altına alma dayanışması olması gerekmez mi?
Ben 12 Eylül sürecinde aynı zamanda gazetecilik yapıyordum. 12 Eylül yönetimi, o zamanlar insan haklarını ayaklar altına alan çok yasalar çıkarttı, fakat o yönetim hiçbir zaman çıkarttıkları yasaların dışına mümkün olduğunca çıkmadı. Şu an bu iktidar kendi çıkartmış oldukları yasayı bile tanımayan bir yönetim anlayışı içinde ki biz bunu 12 Eylül faşist darbesinde bile görmedik. Bunlar kendi çıkarttıkları yasaya bile uymuyorlar. Bank Asya’ya para yatıran adam, evinin kirasını yatıran adam, faturasını ödeyen adam terör örgütü üyeliğinden mahkûm edilebiliyor ama Bank Asya’nın açılışını yapan, oraya milyonlarca lira aktaran adam göklere çıkartılabiliyor hatta devletin bir takım görevlerine bile getirilebiliyor.
12 Eylül darbesinde gazetecilik yapmış birisi olarak, o darbenin günlük yaşama müdahaleleri ile şu an yaşanan olayların günlük yaşama etkileri arasındaki farkları anlatabilir misiniz?
– Teknoloji o zamanlar bugünün imkânları kadar gelişmiş değildi fakat yolda gezerken kimlik kontrolü yapılırdı. Bugüne kıyasla iki sokak öteye giderken 3-4 defa GBT kontrolüne tutulmuyordunuz o zamanlar. Bu iktidar, Türkiye Cumhuriyeti’ni adeta bir karakola çevirdi ve bu karakolda belli yasalara uymak yerine kendi koydukları uygulamalar ile yönetiliyor. Esas önemli olan nokta da bu bence.
Tekrar en başa, Kürt meselesine dönersek. İlk sorudaki fotoğrafı ve onun daha vahim bir hal almış örneklerini de son 3-4 sene içerisinde bolca gördük. Bodrumlarda öldürülen çocuklardan, sokak ortasında öldürülen gençlere, yine sokak ortasında küçük kız çocuklarının elleri havada bir şekilde taciz eder gibi aranmalarına kadar birçok şey yaşandı. Çözüm süreci adı altında bir organizasyon vardı ama o süreç oralardan bu noktaya kadar nasıl geldi?
Geldiğimiz nokta itibari ile çözüm sürecinin ciddi bir aldatmaca olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda Tayyip Erdoğan ile derin devletin uzlaştığı bir noktanın bizi bu duruma getirdiğini düşünüyorum. Aslında çözüm süreci 31 Ekim 2014’deki Türkiye’nin en uzun süren Milli Güvenlik Kurulu toplantısı ile birlikte kararı ortaya çıktı. Bu toplantı 10 saat 30 dakika sürmüştür. Bu toplantıdan sonraki en uzun görüşme ise 28 Şubat döneminde toplamda 9 saat sürmüştür. 31 Ekim’den bu yana sürdürülen görüşmelerin hepsi ise birer tiyatroydu ve zaten 5 Nisan 2015 tarihinde de bu süreç bitti.
Özellikle HDP’nin seçime tek başına girmesi, seçim sonuçlarında barajın üstüne çıkacaklarının anlaşılması ve nitekim 7 Haziran tarihinde yapılan seçimde %13 gibi bir oy ile barajı geçip, AKP’nin mecliste çoğunluğu sağlayamaması ortamı iyice kızıştırmıştı. Zaten o savaş kararını devlet, o zamanlar almıştı. O zamanlar gizli alınan bu kararı kendi elleriyle açığa çıkardılar. 25 Ocak 2015’te Yeni Çağ gazetesinde Ahmet Takan tarafından yayımlanan bir mektup vardı. Bir emniyet müdürü tarafından yazılan bu mektupta, çözüm süreci devam ediyor o sıralar ve 25 Aralık’ta emniyet genel müdürlüğünde 53 tane emniyet müdürünü topluyorlar. “Çözüm süreci çakıldı, Kürtlerle savaş başlıyor ve 53 tane kritik yer belirledik, sizleri buralara göndereceğiz. Elinizi korkak alıştırmayın her şeyi yapabilirsiniz, eski sicil suçlarınız silinecek ve çift maaş verilecek” denmiş. Muhtemelen MHP’li bir emniyet müdürü bu mektubu yayımlatıyor ve bunlar bize Kürtleri öldürtecek ve elimize kan bulaştırarak seçim kazanmaya çalışacaklar…
‘KÜRTLERİN BAŞINA BİR ŞEY GELMESİ TÜRKLERİ ÇOK İLGİLENDİRMİYOR’
Peki, çöktürme eylem planı neden basında yeteri kadar ses getirmedi? Basını ele geçirdikleri için mi?
Bir yandan medya çöktü diğer yandan Kürtler de sessiz kaldı. Önemli unsurlardan bir tanesi de Kürtlerin başına bir şey gelmesi Türkleri çok ilgilendirmiyor. Çözüm sürecini çok yakından takip eden bir gazeteciydim ben ve süreç boyunca o bölgede mekik dokudum. Devlet orada gençlerin hendek kazmasına müsaade etmiş. Cizre, hendeklerin açılmaya başladığı ilk yerdir. 6-8 Ekim olaylarında, Cizre’de hiçbir şey olmadı. 24 Aralık’ta Kobane’den 4 tane YPG gerillasının cenazesi geliyor ve taziye evi kuruluyor. Bunu öğrenen Cizre’deki Hizbullahçılar saldırı yapıyorlar. PKK yanlıları ile Hizbullah yanlıları arasında çatışma çıkıyor ve 4 kişi ölüyor. Bunun üzerine Cizre emniyet müdürü görevden alınıyor ve yerine Trabzon’dan bir emniyet müdürü atanıyor. O sırada halka karşı inanılmaz bir baskı var ve o gençler hendek kazmaya başlıyorlar. İşte o sırada kentin önde gelenleri araya giriyorlar ve bu hendekleri kaldıralım diyorlar. 10 Ocak’ta Hatip Dicle geliyor ve halka Öcalan’dan mesaj getiriyor. Hendekleri kaldırın, yüzü kapalı eylem yapmayın ve kepenk kapatma eylemi yapmayın talimatları Öcalan tarafından geliyor. Ve o gün hendekler kaldırılıyor. Hendeklerin kaldırıldığı sokaklardan birine bir polis aracı giriyor ve 12 yaşındaki Nihat Kazanan adlı bir çocuğu vurarak öldürüyor. Bunun görüntüleri de var. Bu olayın ardından hendekler ve barikatlar tekrardan kuruluyor. Kentin önde gelenleri tekrardan bir araya geliyor ve hendekler yeniden kaldırılıyor. Yine zırhlı bir polis aracı giriyor ve 14 yaşındaki ayakkabı boyacısı olan Ümit Kurt’u vuruyor. Bu olayın ardından kaldırılan hendek ve barikatlar yeniden kuruluyor ve Silopi, Nusaybin’e yayılıyor. Devlet bu şekilde teşvik etti işte. Sokaklardan araba ile geçiyorduk, sadece biz değil polislerde geçiyordu ama gençler aşağıda çok rahat bir şekilde silahlı eğitim yapıyorlardı.
Devlet bazı kentleri yok etme planını yaparken, bu olaylara müsaade ederek kendi planına meşrutiyet kazandırmış oldu. 20 Ocak’ta Cizre Emniyet Müdürü tutuklandı fakat olaylardan dolayı değil. 28 Aralık’ta Cizre’ye atanan bu adam iki çocuğu katletti ama tutuklanma sebebi Hrant Dink davası oldu. Çünkü Hrant Dink öldürüldüğünde bu adam, Trabzon’da istihbarat şefliği yapıyormuş. Cezaevinde 18 ay yattı ve sonrasında gittim konuştum. Bana bir tuzak kuruldu dedi. 28 Aralık’ta atandıktan sonra yılbaşı tatilinden dolayı 5 Ocak’ta Cizre’ye gittim ama 11 Ocak’ta Hrant Dink davası için duruşmaya gittim ve sonrasında bir daha Cizre’ye gitmedim dedi. Benim yerime Urgancılar bakıyordu. Benden sonra zaten göreve o getirildi.
‘DEVLET IŞİD’LEŞİYOR’
İnsanlar bodrumlarda göz göre göre öldürüldü, devletin acımasız yönü zaten vardı ama çözümden böyle bir noktaya nasıl bu kadar hızlı gelindi? Ki şimdi bazı kafa kesme görüntüleri bile dolaşıyor.
1990 yılında OHAL Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu bana dedi ki “Biz bu işi kaybettik. 60 yaşın üzerindeki adamlar PKK’li olmaya başladı. Bu insanlar devletin ne yapacağını görebilir veya babalarından bu işi biliyorlardır ama buna rağmen PKK’li oluyorlarsa bu iş bitmiştir” dedi. Bu devletin ne kadar zalim olduğunu Kürtler biliyordu. Bu noktaya biz uluslararası konjonktür müsaade ettiği için buraya kadar geldi. Eskiden parmak kesme ve kesilen şeylerden tesbih yapma olayları vardı ama şimdiki gibi kafası kesilmiş örnek hiç yoktu. Bu bir IŞİD’leşme sürecidir. IŞİD ele geçirdiği yerlerde ilk önce neyi yasakladı? Sigarayı. Örnek bu kadar basit. Devlet, IŞİD’leşiyor.
Bir yandan da sivil siyasetin önü kesiliyor. Kayyım atanan belediyelere her geçen gün bir yenisi ekleniyor.
Bu durum siyaset alanını kapatıyor. İnsanların seçme ve seçilme haklarını ellerinden alıyor ve dağa çıkmalarına teşvik ediyor. Normal bir hukuk devletinde AKP iktidarının, insanları dağa çıkmasını teşvik ettiği için yargılanması gerekmektedir. İnsanları dağa çağıran anlayışla, insanları dağa çıkartan anlayış arasında fark yoktur. Mehmet Ağar’ın bir lafı vardır, gerçi kendisi bu iktidarın ortağı ama, “Dağda değil düz ovada.” Şu an AKP düz ovayı kapattı ve insanları dağa teşvik ediyor. Burada HDP’yi şeytanlaştırma propagandası yapıldı aslında. Belediyelere kayyım atandı, ardından HDP binasının önünde eylemler oldu en sonda anneleri bu konuda kullandılar. Devlet artık bir parti devletidir. Güvenlik güçleri, bu parti devletinin emrindedir. Eleştirdikleri her şeyi şu an kendileri yapıyor.
Türkiye kendi sınırları içindeki Kürtlere bir gelecek vaat etmezken, Türkiye dışındaki Kürt faaliyetleri konusunda da aktif. En son sınır ötesi Suriye operasyonu…
Biz en başında demiştik ki, bu politika yanlış bir politikadır. Bu yolun sonunda Amerika ve Rusya arasında hokkabaz topu olursun demiştim bir canlı yayında. Burada daha vahim bir durum var. Sınırda herhangi bir Kürt oluşumuna müsaade etmek istemiyor. Hemen sınırın öbür tarafında bu oluşuma müsaade etmek istemeyen zihniyetin kendi ülkesinde bulunan Kürtler için ne düşündüğünü anlamak gayet mümkün. Sınırın diğer tarafında Kürtler kendi ana dillerinde eğitim verirken, kendi ülkelerini kendileri yönetirken, sen kendi ülkende yaşayan Kürtlerin seçme ve seçilme haklarını ellerinden alırsan, onlara ana dillerinde eğitim yapmalarına izin vermezken bunları burada tutman imkansız olur. Sınırın diğer tarafındaki Kürtlere engel oluyor ki, kendi ülkesinde bulunan Kürtlere örnek olmasın.
‘KÜRTLER KÜSTÜRÜLÜYOR’
Türkiye’deki Kürtler bu durumu, olan biteni nasıl görüyor sizce?
Şu an Türkiye’de, Kürtlere karşı kinci bir anlayış dayatılıyor ve Kürtler küstürülüyor. Bu durum Türkiye’nin iç güvenliği açısından da çok tehlikeli bir durumdur. Eğer sen Barzani ile birlikte Barış Mitingleri yapıp, Suriye’de bulunan Kürtleri “terör” diye öldürürsen kimse bunu yutmaz. Ve şu an da Kürtlerde inanılmaz bir kırgınlık var ve bu bir toplumsal kopuştur. İnsanlar nefes alamıyorlar, parti binası önünde miting yapamıyorlar. İkinci defa kayyım atanan belediyeler büyük farklarla HDP’nin olmuştu ve insanlar tepkilerini her fırsatta oylarıyla dile getireceklerdir. O bölgede şu an HDP oyları çok ama çok artmış durumda. Eğer sen insanların seçme hakkını gasp edersen, o adamlar elinde silahla dağa çıkıp senin karşına geçiveriyor. Meclis’te bulunan milletvekillerinin dokunulmazlıkları tehlikede. Giderek onların sayılarını azaltmaya başlayacaklar. Zaten meclisin bir etkinliği kalmadı artık. Siyasi yargı artık bir aparat olmuş durumda.
Son yazılarınızdan birinde “En son sınır ötesi harekâtı deneyecek” demiştiniz Erdoğan yönetimi için. O da oldu, sıradaki ne olabilir, başka ne yapabilirler?
Valla daha ne olsun, en son içeride siyasi bir soykırım olabilir. Çünkü yapacak başka bir şeyi kalmadı artık. Bu harekât onun son kozuydu ve onu da oynadı. Aslında bu harekât Türkiye Cumhuriyeti’nin 1925 yılından beri var oluşunun da bir yansımasıydı. Erdoğan kendi siyasi geleceğini kurtarırken, devlette kendi var oluş paradigmasını geliştiriyor. Çağlar değişti ama yöntem hep aynı kaldı. Baktığınız zaman sopayla Kürt’ü dizginlemeye çalışan anlayış halen daha devam ediyor. Söz konusu Kürtler olduğunda yöntem aynı. Söz konusu Kürtler ise demokrasi teferruattır.
‘SINIRIN ÖTESİNDE GERİLLA OLAN BİR DEVLETİ KİM ALIR AB’YE’
Fakat Erdoğan birçok ülkede muhatap bulabiliyor. Pazarlıklar yapıyor. Trump, Putin ve başkaları ile görüşmeler yapıyor…
Recep Tayyip Erdoğan, işlemiş olduğu suçlar, yapmış olduğu yolsuzluklar ve verdiği anti demokratik kararlar ile birlikte uluslararası güçler için kullanışlı hale gelmiştir. Bu yüzden de Türkiye’nin bir ulusal güvenlik sorunu olmuştur. Türkiye’yi her pazarlığın içine atabilir ama sadece kendi işlediği suçları ve mal varlığını örtbas edebilmek için. AKP bu ülke için bir şans olabilirdi, hatta İslamiyet’in kendi içinde reform ve Rönesans’ı bile olabilirdi ama ne yazık ki Tayyip Erdoğan bunu çok kötü kullandı. Sol bir iktidarın Kürt sorununu çözmesi yerine, sağ bir iktidarın bu sorunu çözmesi çok daha kolaydı ama bunu yapmak yerine kendi kişisel iktidarını tercih etti. 28 Şubat yönetimi ile bu hükümet arasında hiçbir fark yok ve bunlar daha beter hale geldi.
Avrupa’da yaşayan, yaşamak durumunda olan bir gazeteci ve aydın olarak sizce AB rüyası tamamen bitti mi?
Sınırın ötesinde gerilla bekleyen bir devleti kim alır AB’ye ya? Dağın eteğindeki gerilla ile komşu olmak ister mi Avrupa Birliği? Böyle bir şey mümkün mü? Onun için kimse bu hayalı kurmasın. Kürt sorunu çözülmeden kimse hayal kuramaz, kimse zenginleşemez. Bu savaş sürdükçe her gün Türkiye’nin batısındaki yoksul insanların yemeğinden bir ekmek azalıyordu ama şimdi bir kap yemek azalmaya başladı. Yarın bir tencere yemek eksilecek ve kimse bunun farkına varamayacak. İşte şovenizm böyle bir şey. Her şeyin ateş pahası olduğu bir memlekette insanlar yoksullukla karşı karşıyalar. Ekonomik olarak insanlar çaresizlik içindeler ve en büyük sorunlardan bir tanesi de bu. Çünkü Türk insanının bu zamana kadar demokrasi ile derdi çok olmadı ama cebi yandığı zaman derdi oldu. Şu an insanlar tutuşmuş vaziyetteler. İnsanlar faturalarını ödeyemez hale geldiler. AKP şu an yapmış olduğu politika ile birlikte, cemaatlerin üzerinden halkı korkutmaya çalışıyor. Kürtler ve cemaat üzerinde yaptıklarıyla halkı bastırmaya ve korkutmaya çalışıyor. Herkese uygun bir korku yöntemi var maalesef bu ülkede. Cemaatçiye yapılan zulüm solcuyu korkutmaz belki ama muhafazakar kesimi korkutur.
Son olarak çözümü nerede görüyorsunuz?
Şu an için temel çözüm Erdoğan rejiminin devlet yönetiminden demokratik yollarla uzaklaştırılmasıdır. Şimdi buna katkı sunacak herkese açık olmak lazım. Günü geldiğinde daha önce yapılan zulümlerle de hesaplaşmak lazım. Açıkçası ben şu an hesaplaşma taraftarı değilim ama bu işi hallettikten sonra hesaplaşırım. Şu an hesaplaşırsam bu sadece Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürer. Bazı alışkanlıkları da bizim bırakmamız gerekiyor. Özeleştiri mekanizmasını kullanmamız gerekiyor. Geçen gün Frankfurt’ta bir söyleşiye katıldım ve çıkışta bizim cemaatçi arkadaşlar eylem yapıyor. Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan, Mustafa Ünal ve Ünal Tanık için. Bana dediler ki, sizde konuşur musunuz? Hayır konuşamam dedim. Arkadaşlar oraya koyacağınız herhangi bir Kürt gazeteci yok muydu? Sizden olmasa bile cezaevinde yatan Kürt bir gazeteci arkadaşınız yok muydu? Yanlış bir şey ve aynısını solcular da yapıyor. Bir gazeteci cezaevinde ise bunun çifte standartı olmaz arkadaşlar.