ENES CANSEVER-HAFTANIN YAZISI
Yazar Harun Tokak, bu hafta Ahmet Altan ve sevgili arkadaşım Zafer Özcan’ı yazdı.
Özcan’ın kızına mektubu tüm sevenleri gibi beni de ziyadesiyle üzdü.
Altan ve Özcan gibi, binlerce farklı meslek sahibi bugün tutsak.
Özgürlükleri ellerinden alındı.
Her birine üzlüyoruz.
Duadan ve adalet istemekten başka bir katkımız olmuyor malesef..
Harun Tokak’ın ‘’ Onu Susturdunuz’’ başlıklı son yazısında, kelimelerin güçlü efendisi olarak ifade ettiği Ahmet Altan’ın, “Kâğıttan flüt” makalesiyle, sesini dünyaya duyurduğunu belirtiyor.
El hak, Sayın Tokak çok yerinde ve haklı bir tespitte bulunuyor.
‘Kağıttan flüt’ yazısı, aynı zamanda, iktidarın çakma demokrasisinin kartondan zaferini de yedi düvele anlatmış oldu.
Üç yıldan beri hürriyeti gasp edilen Altan, evinde geçirdiği bir haftalık özgürlük hakkını zulüm paletlerinin altında inleyenlerin sesi olmak için kullandı.
BİNLERCE MASUMUN PARÇALANAN AİLELERİNE DİKKAT!
Bana göre; Ahmet Altan makalesinde ayrıca, Selman’ın özelinde, Hizmet Hareketi mensuplarının özelliklerine ve zulme rağmen duruşlarına dikkat çekiyor.
*Mazlum ve mağdurların zulüm karşısındaki duruşu,
*Her türlü imkânsızlığı pozitife çevirme becerisi,
*Kadere teslimiyeti,
*Genç ve eğitimli insanların hücrelerde çürütülme tablosunu.
*Ve binlerce masumun parçalanan aileleri.
Altan şu cümelelerde özetliyor yukardaki beş durumu:
1- “Üç yıldan fazla bir zaman küçük bir hücrede iki mahkûmla birlikte kaldım, hiçbir suçları yoktu, söylediklerini kimse dinlemiyordu, defalarca suçsuz olduklarını anlatmalarına rağmen Silahlara Veda’daki yargıçlara benzeyen birileri tarafından mahkûm edildiler.”
2- “Müthiş bir el becerisi vardı, imkânların çok kısıtlı olduğu yerde akla gelmeyen malzemelerden akla gelmeyecek şeyler yapardı. Tuz paketlerinden dumbbell, çatallardan mandal, çay kaşıklarından cımbız yapabilirdi. Adı Selman’dı.
3-“Şikâyet etmenin, Tanrının çizdiği kadere karşı gelmek olduğunu düşünür ve asla şikâyet etmezdi.”
4- “Selman’ın çeşitli nedenlerden dolayı hiç ziyaretçisi yoktu. Bundan da şikâyet etmezdi” derken, tutsak binlerce masumun parçalanan ailelerine dikkat çekiyor. Anne, baba, eş, kardeş, geli, damatı hasılı tüm ailesi parçalanmış şahıslar var. Bunların bazıları, ya Meriç ve Ege’nin azgın dalgalarıyla hayata veda etmiş, ya zindanlardaki yarenlerini çeşitli nedenlerden dolayı ziyaret edemeyecek durumda ya da Anne ve Babalarının tutuklu evlatlarına duyarsızlığı.
Ahmet Altan’a “Kağıttan flüt” ü yazdıran, Selman’lara kıyan, Yusufları zindanlarda çürüten, dar ağaçlarına götüren yobaz devlet anlayışı, sadece bugün yaşanmıyor ki…
İdamlar…
Katliamlar…
İşkenceler…
Baskılar…
Gasplar…
Talanlar…
Mağduriyetler…
Mazlumiyetler…
Sürgünler..
İnkâr ve baskılar…
Ne yazık ki bu utançlar, her dönemde tekrarladı durdu.
DİZ ÇÖKMEYENLERİN ÖNÜNDE SAYGIYLA EĞİLİYORUZ!
Necdet Adalı da Selman Gülen gibi, genç ve bir delikanlıydı.
Hikayesi şöyle:
Adalı henüz 19 yaşında bir lise öğrencisiyken cinayet işlediği iddiasıyla 1977 yılında tutuklanır.
Suçsuzluğunun ortaya çıkacağından, serbest bırakılacağından o kadar emindir ki, Ulucanlar Cezaevi’nde arkadaşlarının firar girişimine katılmaz.
Yargılayan mahkeme başkanı da, Necdet Adalı’nın masun olduğuna kanat getirmiştir.
Karara şerh koyar.
Ancak fayda etmez.
Adalı 22 yaşındayken (8 Ekim 1980’de) asılarak idam edilir.
Bugünküler gibi; Türkiye’deki faşizmden kaçan ve sürgünde hayata veda eden Ahmet Kaya’nın, o tok ve etkileyici sesiyle okuduğu, Necdet Adalı için kaleme alınan şiir şöyle:
Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma,
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne,
Ağlama…
Kaç zamandır yüzüm tıraşlı,
Gözlerim şafak bekledim,
Uzarken ellerim,
Kulağım kirişte…
Ölümü özledim anne,
Yaşamak isterken delice…
Eline çekiç alan muktedirlerin, her şeyi çivi olarak görmesi gibi…
AKP rejimine her itiraz edeni, “hain, terörist” olarak yaftalamak ne zamandan beri gerçekçi?
Hem her Allah’ın günü zulmü kutsayacaksın, sonra da buna “vatan, millet ve devlet” severlik yalanıyla yamayacaksın öyle mi?
Bu ceberut anlayış, 82 yıl önce Seyit Rıza’ya çektirdiğini, 30 yıl önce Necdet Adalı’ya reva gördüklerini bugün Ahmet Altanlara, Zafer Özcanlara, Selman’lara ve binlerce insana yaşatıyor.
Ermeni’ye, Kürd’e, Rum’a,
Alevi’ye, Sünni’ye,
Sağcıya, solcuya..
Bugün de, Türkiye’nin tüm renklerinden/ ırklarından oluşan Hizmet Hareketi mensuplarına…
Sadece zaman ve failler farklı.
Aynı topraklarda yaşayan insanlar arasında nasıl böylesi bir kin ve öfke meydana getirildi?
Bu nefret bugün nasıl körükleniyor?
Köylere, dağlara, bayırlara şehir ve kentlere huzur gelebilecek mi?
Bu insanlık suçunu dün işleyenleri unutmadığımız gibi; bugünün yaşatanları da asla unutmamalı, unutturmamalı.
Dün Tenkil Müzeleri, kitlesel soykırımlar, baskılar, yakıp yok etmeler, Munzur ve Mercan Dağları’nın eteklerinde kurulduğu için Ovacık’a barış, Munzur kıyısına bahar gelmedi.
Bugün Avupa’ya kadar acılar ve ölümler yaşanların oluşturduğu ‘Tenkil Müzleri‘ oldukça, Anadolu topraklarına huzur gelmeyecek.
SEYİT RIZA VE İDAM EDİLENLER!
15 Kasım 1937’de idam edildi Seyit Rıza!..
O dönemin ceberutları,75 yaşındaki Seyid Rıza’yı idam edebilmek için yaşını küçülttü.
Rıza’nın oğlunu ise yaşını büyüterek idam ettiler.
Son arzusunun aksine, Seyid Rıza’nın oğlunu gözü önünde idam ederek, O’na çok büyük bir acı yaşattılar.
Onun için Seyit Rıza’nın o dönemin muktedirlerine hitaben; “Ben sizin hilelerinizi anlayamadım, onlarla baş edemedim.
Ölüme gidiyorum.
Bu bana dert olsun, ama ben de size boyun eğmedim, bu da size dert olsun” diyerek isyanını dile getiriyor.
82 yıl önceki anlayış ile bugünün mirasçıları, arasındaki farkı daha doğrusu farksızlığıyla, Rıza’nın idamına tanık olanın ifadelerinden dinleyelim:
Sabri Çağlayangil, darağacına götürülenler ve Seyit Riza’ya yapılanları şöyle anlatıyor:
“Abdurrahman Paşa, sıkıyönetim komutanı olarak idam kararını tasdik edecek kişiydi.
O da “Yukarıdaki karar tasdik olunur” demiş basmış boş kâğıda imzasını.
‘Pazar akşamı sahurdan sonra mahkemeyi açarız ama elektrikler kesik’ dedi, hâkim.
‘Otomobil farlarıyla hapishaneyi aydınlatırız’ cevap verildi.
Hâkim bu defa: ‘Samiin (dinleyici) yok’ dedi.
Ona da çare bulundu.
Kaç kişi asılacak?
Ceza İnfazı Kanunu her asılanın ayrı farklı yerde ve birbirini görmemelerini emrediyordu.
Her meydana dört sehpa kurduk.
Vali bir de çingene cellat buldu.
Gece 12.00’de hapishaneye gittik.
Sanıkları mahkemeye götürdük.
Çingene de geldi.
Adam başına on lira istedi.
“Peki” dedik.
Sanıklar Türkçe bilmiyor.
Mahkeme kararı açıkladı.
Yedi kişi ölüm cezasına çarptırılmıştı.
Kararlar okununca sanıklar ilk anda anlamadılar.
İdam “tunne (yok)” diye bir velvele koptu.
Biz Seyit Rıza’yı aldık.
Otomobilde benimle Polis Müdürü İbrahim’in arasına oturdu.
Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu.
Seyit Rıza sehpaları görünce durumu anladı.
‘Asacaksınız’ dedi ve bana döndü. ‘Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?’
Bakıştık.
İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyordum.
Bana güldü.
Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu.
İstemedi.
Son sözünü sorduk.
‘Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz’ dedi.
Seyit Rıza’yı meydana çıkardık.
Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu.
Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi, sessizliğe ve boşluğa hitap etti.
Zazaca olarak; ‘’ Evladı Kerbelayimi, be gunayimi, ayibo, zulimo, cinayeta.’’
(Evlad-ı Kerbelayız, günahsızız, ayıptır, zulümdür, cinayettir)’ dedi.
Benim tüylerim diken diken oldu.
Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü.
Çingeneyi itti.
İpi boynuna geçirdi.
Sandalyeye ayağıyla tekme vurdu…”
Bugünkü zulümlerin geçmişten günümüze var mı bir farkı?
e.cansever@yepyeni.zamanaustralia.com.au