İnsan en çok da aşinası olduğu sesleri özler. Rahmetli anam, “oğlum sen köyden gidince senin sesini özlüyorum” derdi.
Köyün sabah sesleri, horozların kesik kesik ötüşü, kumruların ‘Yusufçuk, Yusufçuk’ deyişleri, koyun kuzu meleyişleri bir yana insan köyünün ve şehrinin gürültülerini bile özlüyor. Hele karanlıkları yırta yırta, aydınlıkları devşire devşire uzak yakın köylerden yükselen sabah ezanları, seher rüzgârının sesine kendilerini kaptırarak tan aydınlığında rakseden çamların içli içli uğultuları unutulur gibi değil.
İnsan ayrı kalınca daha bir özlüyor o sesleri.
Tutuklu gazetecilerden Zafer Özcan Akhisar Süleymanlı Cezaevi’nden kızı Ebrar’a mektup yazıyor.
“Biliyor musun Ebrar, pek çok şeyin yanında şehrin kendine has sesini ve uğultusunu da özlüyorum bu mekânda. Seslerin giderek aynılaştığı ve tek düzeleştiği bir ortamda şehrin karmaşası bile sevimli görünüyor gözüme. İçimde bir yerlerde İstanbul diye fısıldayan biri var ve peşimi hiç bırakmıyor. Bu fısıltının eşliğinde odaklanıyorum koğuşun seslerine. Kulaklarımı kapatıp o sesleri bir kez de yüreğimle dinlemeye koyuluyorum. Sana şimdi yüreğime nakşettiğim o sesleri duyurmak istiyorum. Ranzada bu satırları yazarken “abiler yemek” diye sesleniyor alt kattan biri. Koğuş dünyasında istinasız her gün en az iki kez yankılanır bu ses.”
Bu günlerde beton duvarları, demir kapıları, tel örgüleri aşan bu sesler bütün dünyada yankılanıyor.
Kelimelerin güçlü efendisi Ahmet Altan, Kâğıttan flüt’ün sesini dünyaya duyurdu:
“Üç yıldan fazla bir zaman küçük bir hücrede iki mahkûmla birlikte kaldım, hiçbir suçları yoktu, söylediklerini kimse dinlemiyordu, defalarca suçsuz olduklarını anlatmalarına rağmen Silahlara Veda’daki yargıçlara benzeyen birileri tarafından mahkûm edildiler.
Aralarından biri oğlumla aynı yaştaydı, tutuklandığında yeni evlenmişti. Dindardı ama aynı zamanda felsefeye ve bilimsel araştırmalara da meraklıydı.
Müthiş bir el becerisi vardı, imkânların çok kısıtlı olduğu yerde akla gelmeyen malzemelerden akla gelmeyecek şeyler yapardı. Tuz paketlerinden dumbbell, çatallardan mandal, çay kaşıklarından cımbız yapabilirdi. Hapishane yemeklerine değişik malzemeler katarak yepyeni yemekler icat ederdi. Adı Selman’dı. Şikâyet etmenin, Tanrının çizdiği kadere karşı gelmek olduğunu düşünür ve asla şikâyet etmezdi.
Çeşitli nedenlerden dolayı hiç ziyaretçisi yoktu.
Bundan da şikâyet etmezdi.
Bir gün plastik masada yeni romanım Hayat Hanım’ı yazarken avludan bir müzik sesi duydum. Bir flüt sesi. Avluya çıktım. Selman sırtını duvara dayamış, gözlerini kapamış elindeki flütü çalıyordu. Çevredeki hücrelerde sesler kesildi. Herkes bu beklenmedik müziği dinliyordu. Şarkı bittiğinde müthiş bir takırtı duyuldu. Çevre hücredekiler kantinden almış oldukları şekerlemeleri atıyordu bizim avluya. Bu, alkış ve “bis” anlamına geliyordu. Saatlerce çaldı Selman.
Avlu kapısı kapanınca, “bu flütü nereden buldun” dedim. Takvim kartonlarından yapmıştı. Elinde bir mezura olmadığı için deliklerin aralıklarını parmak hesabıyla belirlemiş, plastik bir soda şişesinin ağzını kesip flüte ağızlık olarak takmıştı.
Yeryüzünde hiçbir müzik aletinden duyulamayacak bir ses çıkıyordu flütünden…”
Ahmet Altan, Kâğıt Flüt‘ün sesini dünyaya duyurduktan sonra susturuldu. Sanki o sesi duyurmak için çıkmıştı.
Selman’ın arkadaşları onun hayat dolu biri olduğunu söylüyorlar. “Sadece flüt değil, Selman piyano, yaylı tambur gibi aletleri de çok güzel çalardı. Sanata tutkun bir insandı.” Diyorlar.
Bazen, “eve gidip biraz piyano çalmam lazım” derdi.
Sokak sakinleri evlerinin içine dolan o sesin niye sustuğunun sırrını bir türlü çözemediler.
Ta ‘Kâğıttan Flüt ’ün sesini duyuncaya kadar.
Tıpkı Çanakkale’deki ses gibi…
Ay ışığının olmadığı zifiri karanlık gecelerde Gelibolu sırtlarından yanık bir ses yükselirdi.
Tıpkı Selman’ın sesi gibi yanıktı…
Günün bağrında kızmış çölden daha yanık, uçan kuşlardan, akan sulardan daha özgür…
Ayrılıklarla besili…
“Değmen benim gamlı yaslı gönlüme
Ben bir selvi boylu yardan ayrıldım”
Her gece, hüzne bulanmış bir rüzgâr gibi vadilere, tepelere yayılır, Boğaz’ın kanlı lacivert sularına karışırdı o ses…
Akşama kadar savaşmaktan bîtab düşen askerler, gecenin karanlığında “yürek kesilirdi” bu yanık sese.
Düşman askerleri bile yakın siperlere yığılır, bu dokunaklı sesi dinlerdi.
Onların da yolunu gözleyen yuvaları, yavruları vardı.
Gecenin karanlığında eriyip giden bu güzel, bu berrak ses kimindi?
Acılarla, korkularla, iniltilerle dolu savaş alanını inleten bu yiğit kimdi?
Bir türkü bu kadar mı içten, bu kadar mı yürekten söylenirdi?
Kan kokan, barut kokan, vadiler, tepeler nasıl da içerdi bu sesi?
Mehmetçiğin sadece düşmanla değil, sinek ordularıyla, yoklukla, salgın hastalıklarla, açlıkla savaşmak zorunda kaldığı Gelibolu tepelerinde yankılanan bu ses, ta Anadolu’nun evlerinde; mum ve kandil ışığında cephedeki evlatlarına elbise diken, çorap ören anaların, bacıların yüreğine ulaşırdı.
Öyle gür, öyle içli, öyle dokunaklı bir ses ki, düşman askerleri bile bu sesi dinlemeye doyamazdı.
Köyündeki nergislerin, hanımelilerin, sarmaşık güllerinin, kır çiçeklerinin bayıltan kokuları karışırdı hüzne belenmiş bu sese…
Ağır topçu ateşiyle çöken siperlerinin altında kalıp da sağ kurtulabilen Mehmetçikler, kabrinde dirilen ölüler gibi üstleri başları toz toprak içerisinde doğrularak bu yanık sesi dinlerdi.
“Çanakkale, sende vurdular beni
Sevgilinin çevresiyle sardılar beni
Ölmeden toprağa koydular beni”
Okullarının son sınıfları mezun vermeyen liseli taze yiğitler de dinlerdi…
Ve taze bedenleri, papatyaların, gelinciklerin üstlerine düşen “On Beşliler” de…
Denizdeki gezginci kalelerinden devamlı salvo ateşleri yapan, top mermileri ile Çanakkale’yi cehenneme çeviren düşman askerleri de dinlerdi.
Mehmet diyerek batan güneşler, Mehmet diyerek doğan mehtap dinlerdi.
Gelibolu’da sessizce nöbet tutan ağaçlar dinlerdi.
Düşman askerleri bile yakın siperlere yığılır, yürekten söyleyen bu yiğidi dinlerdi…
Bir akşam yine vakit gelmişti.
Yine o güzel sesi dinleyeceklerdi.
Dost, düşman siperlere yığılmıştı. Az sonra ruhları kavrayan, yürekleri yakan o ses yine yükselecek, dinleyenlere yuvalarının, yavruların özlemini duyuracaktı..
Yine herkesi alıp alıp götürecekti…
Yine gecenin karanlığında beyaz güvercinler gibi kanatlanacaktı kanlı tepelerden…
Vakit gelmişti ama o ses bir türlü duyulmuyordu.
İkinci, üçüncü, dördüncü akşam…
O yanık ses hiç duyulmadı.
Hiç…
O ses neden susmuştu?
Terhis mi olmuştu?
Yuvasına, yavrusuna mı kavuşmuştu?
Düşman askerleri durumu öğrenmeye karar verdiler.
Bir kâğıt parçasına “o ses niye sustu?” diye yazdılar. Kâğıdı bir taşa sararak Türk siperlerine fırlattılar.
Bir süre sonra içindeki taşla birlikte kâğıt geri atıldı. Kâğıttaki yazıyı gören askerler derin bir hüzne boğuldu.
“O sesi siz susturdunuz. ”
haruntokak@gmail.com