”Bilgisayarımın ekranından dünya çocuklarını izlerken hayalim yıllar öncesine gidiyor… Yıl 2006… Tatlı bir yaz akşamında İstanbul Gösteri Merkezi kum gibi insan kaynıyor… Kimi Kırklareli’nden gelmişti, kimi Edirne’den, Adapazarı’ndan, kimi Bursa’dan…
Dün akşam eve geldiğimde saat 22’yi geçiyordu. Gün boyunca amansız ve aralıksız bir koşuşturmadan dolayı derin bir sızı ayaklarımdan başıma doğru dörtnala at koşturuyordu.
Yorgun bir sonbahar akşamında bir teselli arıyordum. Evde televizyon olmadığı için geçtiğimiz ay Los Angeles’te yapılan “Uluslararası Kültür Festivali’ni izleyememiştim.
Bilgisayarımı açıyorum. Yine her zamanki gibi “Yeni Bir Dünya Kuruluyor” şarkısı tatlı bir melodi halinde çağıl çağıl ruhuma dolmaya başlıyor.
Gördüm nurlu geleceği rüyamda bir gece,
Işıklar yağıyordu her tarafa sessizce…
Yeni bir dünya kuruyorlardı; harıl harıl…
Her taraf gökle yarışır gibi; pırıl pırıl!
Şiir Fethullah Gülen Hocaefendi’ye ait. 1966’da İzmir’e geldiği günlerde rüyasında bir arazi üzerinde dünyayı kuşatacak bir okul inşaatının başlatıldığını görür ve bu rüya üzerine bu şiiri yazar.
1972’de Hocaefendi ve birkaç ağabey yurt yeri için Bozyaka semtinin Çalıkuşu Mahallesi’ndeki bir araziye bakarlar. Karar olumsuz gibi olsa da o sırada orada bulunan Üstad Bediuzzaman’ın arabası da hisli bir at gibi yerine çakılır kalır.
Hocaefendi,”Üstad’ın arabası buradan ayrılmak istemiyor gibi” der.
Önceleri yurt sonraları da Yamanlar Koleji olarak hizmet veren bu yerin ilginç bir hikâyesi elbette bunlarla sınırlı değildir.
Üstad Bediuzzaman, kendisine ve talebelerine Denizli’de beraat veren mahkeme başkanı Ali Rıza Balaban’a bir takım Risale-i Nur gönderir.
Ali Rıza Bey, Bediüzzaman’ın kendisine verdiği Risale-i Nurları okuduktan sonra çok sevdiği İzmirli zengin bir dostuna gönderir. Sonraları Nefi Akyazılı’nın kayınpederi olacak olan bu bahtlı kişi kızlarının yetişmesi konusunda hassas birisidir. Erkek çocuğu yoktur. Kız çocuklarını korumak için bu geniş arazinin ortasına iki katlı bir ev yaptırmış ve etrafını da yüksek duvarlarla çevirmiştir.
Ali Rıza Bey’in, çocukları korumak yüksek duvarlarla değil Risale-i Nurlarla olur demek istediği anlaşılmaktadır.
Ne gariptir ki; 1922’lerin savaş yorgunu yoksul Türkiye’sinde kendini öğrencilerine adayan genç bir öğretmeni konu alan Çalıkuşu romanını Reşat Nuri bu evde yazmıştır.
Bilgisayarımın ekranından dünya çocuklarını izlerken hayalim yıllar öncesine gidiyor…
Yıl 2006…
Tatlı bir yaz akşamında İstanbul Gösteri Merkezi kum gibi insan kaynıyor… Kimi Kırklareli’nden gelmişti, kimi Edirne’den, Adapazarı’ndan, kimi Bursa’dan…
O geniş mekâna akın akın gelen kalabalıklar, sabırla büyüttüğü fidanların meyveye duruşunu seyre gelmiş bir bahçıvanın halet-i ruhiyesi içinde, ağırbaşlı bir sevinç, iştiyak ve sevgiyle, gözleri dolarak gecenin başlamasını bekliyor.
Bahçedeki başını göklere uzatmış olan olimpiyat meşalesi tutuşturulunca; on binlerce yürek birden tutuşuyor, gökte yıldızlar tutuşuyor. Anadolu’yu bir baştan bir başa geçen o ışık, Asya steplerine, Afrika çöllerine ulaşıyor.
İnsanlar o kadar mutlular ki…
Beş bin kişilik İstanbul Gösteri Merkezi’nde belki on bin kişi var. Rengârenk ışıkların altında bir yıldız harmanı gibiler. İnsanlar uyanık ama dev salon en güzel yaz rüyalarının görüldüğü bir bahar bahçesi gibi.
Fitnat Hanım’ın dediği gibi;
“Efendim seyre çık âlem serapa sebzezâr oldu;
Açıldı lâleler, güller, yine fasl-ı bahar oldu.”
Seçkin jüri salonun en hâkim bölümünde yerlerini alıyor.
Dev jüride kimler yok ki…
Hülya Koçyiğit, Kayahan, Kenan Işık, Osman Yağmurdereli, Ahmet Özhan, Prof. Dr. Mustafa İsen, Ali Saydam, Ayşe Kulin, Ali Bayramoğlu, Ergun Babahan, Hakkı Devrim, Ömer Lütfi Mete, Hilmi Yavuz, Halit Refiğ, Herkül Millas, İskender Pala, Prof. Dr. Sait Talat Halman…
Gecenin açılış konuşmasını Türkçe Olimpiyatları heyet başkanı Mehmet Sağlam yapıyor…
Hoca kısa ve öz konuşuyor:
“Bu seneki dördüncü Türkçe Olimpiyatları’na 84 ülkeden 355 öğrenci katıldı. Size söz veriyoruz, 10’uncu Türkçe olimpiyatlarına Birleşmiş Milletlere kayıtlı bütün ülkeler katılacak, güzel Türkçemiz dünya dili olacak.”
Anadolu insanı, o sessiz ve derin Türkiye, belki de ilk defa elle tutulur, gözle görülür evrensel bir başarının hazzını yaşıyor. Gurbete gönderdiği çocuklarının, oralardan devşirip getirdiği ‘meyve’leri gördükçe içi içine sığmıyor.
Bir yaz akşamında Anadolu’ya yayılan şarkılar, türküler; gönüllerin sığlığında yükselmiş önyargı duvarlarını yerle bir ediyor.
Sertab Erener’in ülke isimlerini o tiz sesiyle dakikalarca okumasından yorulmuştuk. Ama anlıyoruz ki; Anadolu insanı, inşa etmekten yorulmamış, dünyanın kuş uçmaz kervan geçmez bölgelerinden Amerika, Fransa gibi gelişmiş ülkelerine kadar dünyanın tam 84 ülkesinde okullar açmıştı. Türkçeyi ve Türkiye’yi dünyaya tanıtmıştı.
Söz olarak ne kadar da kolay söyleniyor. Hatta çok kolay yazılıyor. Ancak içinde binlerce yaşanmışlığın, yüz binlerce zorluğun, milyonlarca damla terin hikâyesini barındırıyordu bu sahneler. Bizim dinlemekten yorulduğumuz bu hikâyeyi, yazmaktan yorulmayanların çok basit bir görüntüsüydü Türkçe Olimpiyatları.
Bir yaz bahçesine yağan yağmurlar gibi, Anadolu türküleri yağıyor insanlığın bahtına. Birbirinden güzel şarkılar, şiirler, gösterilerle gece coşkun bir nehir gibi akıp giderken; birden “Memleketim” türküsü ile sahne alan Beyaz Rusya’dan Kseniya Juk, sesiyle, performansıyla, bütün salonu ayağa kaldırıyor. Salondaki insanlar, şarkının sonuna kadar, rüzgâr yemiş ekin tarlası gibi dalgalanıyor.
Ve Kırım’dan Elvira Saranayeva’nın mistik ve enfes yorumuyla okuduğu “Önden Giden Atlılar” şiiri, bunca zamandır yazılan hikâyenin önsözü gibidir:
Issız sıcak çölleri
Karşı karlı dağları
Çoktan aşıp gittiler
Kayboldular uzakta
Önden giden atlılar
Kırımlı Elvira Saranayeva yöresel kıyafetleri ile bozkırda bir durup, bir koşan, bir tırıs, bir doludizgin yol alan atları andıran performansıyla yürekleri coşturuyor.
Ali Çolak Beyin dediği gibi “sadece bir Türkçe Olimpiyatı değildi bu, Anadolu insanının dünyaya yeniden doğuş bayramıydı. Gerildikçe gerilen, içe kapanan, boğulan Türkiye’nin moral olimpiyatı. Belki köyünden çıkıp büyük kente inmemiş, yaşadığı şehrin dışına çıkmamış, ülkesinin sınırları dışına adım atmamış insanların, yalnız hayal ve dua ederek gerçekleştiğini gördüğü bir büyük rüya…”
Yavuz Bülent Bakiler çıkıyor sahneye:
“Bu güzellikler, tamamen Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yönlendirmeleri ile oldu. Kabul etmeliyiz ki; imparatorluk devrimizde de cumhuriyet hükümetleri zamanında da dünyanın 100 ülkesinde Türk okulları açılmadı.
Bizim inancımıza göre Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sevap defteri, ebediyen kapanmayacaktır. Onun, etrafındaki arkadaşlarıyla birlikte devletimize, milletimize, Türkçemize kazandırdıklarını yarınki tarihler yazacaklardır.”
Ama gecenin en anlamlı en veciz konuşmasını Bülent Arınç yapıyor;
“Şimdi şu güzel yavruların söylediklerine bakınız… Düşünebiliyor musunuz Şili’den geldiler, Vietnam’dan geldiler, Güney Asya’dan geldiler, Güney Afrika’dan geldiler, Orta Asya’nın buzullarından geldiler, haritada kolay kolay yerini gösteremeyeceğiniz ülkelerden geldiler. Bu muhteşem bir başarıdır. Akıl havsalanın almayacağı bir şeydir. Bu başarılmıştır. Bu çocukların hiçbirisi dublör kullanmıyor, kendileri geldiler, kendileri söylediler.
O güzel insanlara teşekkür borçluyuz…
ODTÜ, Bilkent, Boğaziçi, Hacettepe mezunu, 21-22 yaşında yüzüne bakmaya doyamadığımız gencecik kızlarımız Moğolistan’ı bile yakın görüyorlar. Çuvaş’a, Vietnam’a, Japonya’ya gidiyorlar. Genç delikanlılar çok güzel bir hizmet için gidiyorlar. Mehmet Sağlam Hoca Moğolistan’da bir okul bahçesinde karşılaştığı bu pırıl pırıl bir öğretmenle konuşuyor.
‘Ne yapıyorsunuz?’
‘Öğretmenim efendim.’
‘Nerden mezunsunuz?’
‘ODTÜ, Bilkent…’
‘Ne zaman geldiniz?’
‘On bir yıl önce.’
‘Bir hayli olmuş, ailenizi özlemediniz mi? Türkiye’ye ne zaman dönmeyi düşünüyorsunuz?”
Verdiği cevabı söylüyorum: “Biz buraya dönmek için değil, ölmek için geldik.”
O gün bu gün Uluslararası Türkçe Olimpiyatları her geçen gün biraz daha büyüdü. Ülkeler arttı, çocukların sayısı arttı. Stadlara sığmaz oldu.
2015’ten beri Olimpiyatlar gurbet ellerde yapılıyor.
“Gurbet ellerde” diyorum. Çünkü birileri “Olimpiyatlara bir daha salon yok” buyurunca, o da aldı başını gurbetin yollarına düştü. Her yıl mayısta Anadolu’yu dalga dalga bir bahar sevinci gibi saran olimpiyatlar, şimdilerde bütün dünyayı dolaşıyor.
Los Angeles olimpiyatlarından bilgisayarımın ekranından bir birinden güzel sahneler akıyor.
Dünya çocukları doluşuyor sahneye.
Sanki ışıktan kanatlarında bütün ülkelerin bayrakları dalgalanan bin kanatlı bir kartal inmişçesine hepsi sevgiden bir yumak oluyor.
Olimpiyat şarkısı doluyor odamın içine.
Yeni bir dünya kuruyorlardı; harıl harıl…
Her taraf gökle yarışır gibi; pırıl pırıl!
O rüya dolduruyor ufkumu. 1966’da görülen aydınlık rüya. Ufkumu dolduran o rüyayı selamlarken yöresel kıyafetlerinden Orta Asya ülkelerinden olduğu anlaşılan vakur, pırıl pırıl bir öğrenci geliyor sahneye.
Önce müzik doluyor yüreklere, sonra sözler…
Bu nasıl bir derttir dermanı yoktur
Bedenimde değil ruhumda sızı
Görünmez bir yara acısı çoktur
Bedenimde değil ruhumda sızı oy oy
O söyledikçe arka fondan can yakıcı sahneler görüntüye geliyor…
Başındaki yaşmağına kan bulaşmış bacılar, polislerin arasında elleri kelepçeli götürülenler, Meriç’ten geçmeye çalışanlar, son bakışlar, son korkular, son tebessümler, kıyıya vuran cansız bedenler, güneşi görmeyen bebekler…
“Yeter Nesimi bu feryadın yeter
Biliyom, yanıyon Kerem’den beter
Her ah eyledikçe dumanın tüter
Bedenimde değil ruhumda sızı oy oy”