Bir grup akademisyen ile sohbet ediyorduk. Bir arkadaşımız oraya M. Fethullah Gülen Hocaefendinin kardeşi Mesih Ağabeyi davet etmiş… O da daveti kabul edip gelmiş. Ona, “Hocaefendinin kardeşi olmak nasıl bir duygu” diye sordu. Biz hiç beklemediğimiz bir cevapla karşılaştık: “Keşke kardeşi olmasaydım! (Keşke sizler gibi biri, sizler gibi, sizler kadar yakın olabilseydim!) Sizler yanına geliyorsunuz “Hoş geldiniz!.” diyor. Bana “Bir şey mi var?” diye soruyor. (Muhtemelen kardeş ve akrabalarını tercih ediyor, diye Hizmet’te bir anlayış ve yanlış bir kanaat olmasın diye… Aslında bu, iradi bir fedâkârlık hatta onun ötesinde bir cefâkârlık… Annesini, babasını ve kardeşlerini ne kadar sevdiğini, hasret duyduğunu onları anarken göz yaşlarını tutamadığını çok görmüşüzdür. Ama bu çok başka bir şey! A. A.)
Arkadaşımız tekrar sordu: “Peki, Hocaefendi, çocukluğunda nasıldı?” Mesih Ağabey şöyle cevap verdi: “Ağabeyim hiç çocukluğunu yaşamadı ki!.. (Sorulara cevap verirken hep ağlıyordu Mesih Ağabey!)
Aslında Mesih Ağabey, Hocaefendi için, “Hiç çocuk olmadı ki, derken, çocuk yaşta bile vakar ve ciddiyet içinde olduğunu ifade etmek istiyordu. Bizler de onu 1966’da İzmir Kestanepazarı Camiinde ve Kur’an Kursunda tanıdığımız da 28 yaşında aynı ağırlık, ciddiyet ve vakar içinde bulduk. Ayrıca “Hocaanne Ve Ailesi” isimli kitapta da şunlar anlatılıyor: “Hocaefendi, 7-8 yaşlarında henüz Korucuk’ta iken gece uykusunda değişik haller yaşamaya başlamıştı. Uyur halde birden fırlayıp ayağa kalkıyor, elini bağlayıp ‘Lebbeyk yâ Rasulullah’ diyor, salavat getiriyordu. Onun sesini duyunca yanına gelen annesi Refia Hanım, ‘Korkma, hadi yat Hâfız, bir şey yok’ diyerek yatağına geri yatırıyordu.
Hatıralardan anladığımıza göre Mesih Ağabeyin dediğine göre Hocaefendi hiç çocuk olmamış. Çocuk yaşında hayvanlarına bakmış, sütlerini sağmış, yemekleri yapmış, annesine hep yardımcı olmuş… İzmir Kaynaklar kampında, aşçı olmadığı için Hocaefendi, bizzat yemekleri kendisi yapıyor, hatta tatlıları bile hazırlıyordu… Demek ki, onların yapmasını çocuk yaşında öğrenmiş ve çok güzel de yapmış…
Mesih Ağabey devamla: “Babam Alvar Köyünde imamdı. Hocaefendi de çok küçük yaşta vaaz etmeye başlamıştı. Camide vaaz kürsüsü vardı ama Efe Hazretleri kürsüye çıkmaz, oturarak vaaz ederdi. Babam da Efe Hazretleri gibi oturarak cemaate hitab ederdi. Bir cuma vaazı sırasında Kazım isminde sözden anlayan birisi kalktı yerinden ve Hocaefendiyi kucakladığı gibi vaaz kürsüsüne oturttu. (“Senin yerin burası, artık buradan konuş demek istiyor, olmalı. A.A.) Bunun üzerine bazıları harekete geçip ‘Vay efendim, nasıl olur, Efe Hazretlerinin bile çıkıp oturmadığı o kürsüye nasıl çıkar! Bunlar kendilerini ne zannediyorlar!’ diyerek bir fitne çıkardılar. Babam da Alvar Köyündeki imamlığını bırakarak oradan ayrılmak zorunda kaldı.
Hocaefendi oradan ayrıldıktan sonra da vaaz etmeye devam etti. Fizo Baba derler, okuyan-düşünen bir Alevî Dedesi vardı. Onu sever, sayardım. Gazetelerini, eşyalarını taşırdım. O da beni çok severdi… Bir gün camide Hocaefendi vaaz ediyordu. Baktım Fizo Baba, caminin duvarına kulağını dayamış Hocaefendinin konuşmalarını dinliyor. Önemli birisi yanına yaklaşıp, ‘Ne yapıyorsun?’ diye sordu. Fizo Baba ‘Şu talihsiz vaizi dinliyorum. Güzel konuşuyor da millet onu anlamıyor… Cemaat aslında camiye, şu soğukta ısınmaya geliyorlar, onun dediklerinden bir şey anladıkları yok!’ dedi. Bu sefer o adam ona ‘Öyleyse gel beraber camiye girip dinleyelim.’ dedi. Fizo Baba, ‘Camiye girsem, içeridekiler beni Ajan zannederler, dışarıdaki bizimkiler de bana DÜŞKÜN, derler. (Merdut ilan ederler. A.A.)’ dedi. Sonra ben dikkat edip gördüm ki gerçekten çokları camiye hep ısınmak için geliyorlarmış!..
“Babam Ramiz Hoca ölmeden üç gün önce, evimize anneme yardım için gelip giden bir kadının oğlu için, ‘Git ona bir kat elbise alıver.’ dedi. Gittim 300 liralık bir elbise beğendim. Ona varıp, ‘Gel gidip bir kat elbise alalım’ dedim. ‘Niye ki?’ dedi. ‘Babam söyledi dedim. O da ‘Bana babanın bir borcu yok, hakkım varsa helal olsun’ dedi. Ben ‘O zaman al bu 300 lirayı, ister elbise al, ister fakir fukaraya ver.’ dedim. Israr edip zorla verdim.
“Sonra durumu babama anlatıp, sebebini sordum. Babam dedi ki, ‘Bir ağanın yanında çalıştık, ağa ona bir kat elbise sözü verdi, fakat sonunda allem etti, kallem etti sözünü tutmadı. Biz o gencin yanında durup o elbiseyi aldırmalıydık. Onun için ben kendimi onu ödeme zorunda hissediyorum. (‘Yarın Allah’a hesap vereceğim, demek istiyor. A.A.) ‘Şimdi rahatladım…’ mânasına sözler söyledi. Sonra da babam bana dedi ki: ‘Evladım senin hiçbir şeyin olmasın. Hizmet evlerini döşüyorsun, eşya taşıyıp donatıyorsun. Eğer ileride malın mülkün olursa, bazıları ileri-geri konuşur da HİZMETİN İTİBARINI ZEDELERSİN… Sanki, Hizmetten nemâlanmışsın gibi bir hale sokup iftira atabilirler. Dikkat et… Onun hiç malın mülkün olmasa, senin.’ dedi. Gerçekten benim hiç malım mülküm yok.” dedi.