Gergerlioğlu, gözaltı işkenceleri, kaçırılanlara yapılanlar, hapishanedeki ihlaller, kadınlara yapılanlar ve daha fazlasıyla Türkiye’deki hak ihlallerinin dehşet verici boyotunu anlattı.
HDP Milletvekili ve Hak Savunucusu Ömer Faruk Gergerlioğlu, GazeteDuvar’dan İrfan Aktan’a konuştu:
Mahpusların kaçı siyasi, kaçı adli?
F..Ö’den 60 bin civarında ve sanırım 15 bin civarında Kürt veya sol davalarından tutuklu ve hükümlü var. OHAL döneminde 550 bine yakın F..Ö gözaltısı oldu. Adli suçlarda da zaten büyük bir artış var. Barış söyleminden dolayı terörist denilerek hapse atılanlar, sol camiaya yönelik artan baskılar da eklenince, cezaevlerinin kapasitesi çok çok aşıldı. Az önce aktardığınız hak ihlali rakamları, insan hakları örgütlerine yansıyanlardan ibaret. Gerçek rakam çok daha fazla.
‘HAMİLE KADINLARI BİLE ÇIRILÇIPLAK SOYUP DEFALARCA ‘OTUR-KALK’ YAPTIRILIYOR’
Hapishanelerde işkence ve kötü muamele daha çok hangi anlarda, kimlerin eliyle yapılıyor?
Hapse girişte yapılan çıplak arama en büyük ihlallerden birini oluşturuyor. İnsanların onurunu ayaklar altına alırcasına, onları tamamen soyup arama yapıyorlar. Hamile kadınları bile çırılçıplak soyup defalarca “otur-kalk” işkencesi yapıldığını biliyoruz. Cezaeviyle ilk kez karşılaşanlar çoğunlukla buna itiraz bile edemiyor. Ancak ideolojik mahpuslar buna itiraz ediyorlar. Boyun eğdiğiniz takdirde çıplak arama işkencesine, itiraz ettiğinizde de başka bir işkenceye tabi tutuluyorsunuz. Dayakla, zorla soyulup aranıyor mahpuslar. Van Barosu’nun hazırladığı Beşikdüzü Cezaevi raporu bu konuda çok çarpıcıdır.
Nedir o rapor?
2018 yılı Aralık ayında Van Barosu, Trabzon Beşikdüzü Cezaevi’nde, Tekirdağ’dan nakledilen ve çıplak aramayı reddeden siyasi mahpusların falakaya yatırıldığını ortaya koyan bir rapor yayınladı. Fakat bu korkunç olaya rağmen iktidar tek kelime bir açıklama yapmadı, bir milim adım atmadı. Keza bu rapordan sonra da aynı hapishanede, bir bayram günü yapılan sevk sonrasında benzer bir olay yaşanmış, mahpus yakınları bana ulaşmıştı. Sosyal medyadan bunu paylaşınca, Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı yalanlama yapmıştı. Oysa olay ortada, şahitler açıktı.
‘İNSAN HAKLARI KOMİSYONUNUN İHLALİN ÜSTÜNE GİTMEK GİBİ BİR DERDİ YOK’
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, bu tür “şaibeli” durumlarda, “hadi biz gidip görelim, denetleyelim, inceleyelim” demiyor mu?
Demiyor. Şunları görüyor musunuz? (Elinin altındaki kabarık dosyayı gösteriyor.) TBMM başkanlığına bu konularda binden fazla soru önergesi, İnsan Hakları Komisyonu’na 3 bine yakın dilekçe verdim. Tüm Türkiye’de komisyona ulaşan dilekçelerin üçte biri sadece benden gitti yani. Ama maalesef İnsan Hakları Komisyonu başkanlığının, bir ihlalin üstüne gidip sonuç almak gibi bir derdi yok. Şu gösterdiğim dosyada sayısız ihlal, dram, acı var.
Ne türden ihlaller mesela?
Bu sene Mayıs ayında, Ankara Emniyeti’nde işkence yaşandı ve kamuoyuna ilk ben duyurmuştum. Makattan cop sokmaya kadar, korkunç işkenceler… Bunu yaşayanlar da, anlatanlar da yaklaşık 111 Dışişleri Bakanlığı eski üst düzey personeli. Bu insanların neyle suçlandıkları, ne yaptıkları beni ilgilendirmez. Ben ihlale bakarım.
Bu olay nasıl ortaya çıktı?
Bana bu konuda bilgi gelince kamuoyuna açıklama yaptım. Tabii ortalık ayağa kalktı. Emniyet her zamanki gibi “böyle bir şey olmamıştır” dedi ama Ankara Barosu Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ender vakalardan biri olarak Ankara Emniyeti’ne 8 avukatıyla baskın yaptı ve başsavcılığın engelleme girişimlerine rağmen gözaltındaki bu insanlarla görüştü. Baronun görüştüğü 6 kişiden 5’i bu korkunç işkenceyi yaşadığını, bir kişi de bunları duyduğunu, bildiğini söyledi. Ne yazık ki işkence görenler başlarına daha fazla iş gelmesinden korktuğu için genelde susmayı tercih ediyor. Ama Ankara Emniyeti’ndeki iş aniden büyüdü. Beni sayısız ulusal ve yabancı basın, uluslararası insan hakları örgütleri aradı bu konuda.
Gözaltındaki 6 kişi neler anlatmıştı?
Karanlık bir odaya alındıklarını, çırılçıplak soyulduklarını, makatlarına cop sokulduğunu… Ankara Barosu’nun raporu çok ağırdı ve bu insanlar gözaltında oldukları, işkenceciler “gece tekrar geleceğiz” tehditlerine maruz kaldıkları, avukatlar oradan ayrılınca yine işkenceyi yapanlarla baş başa kalacaklarını bile bile konuşmuştu.
Sonuçta işkenceyle ilgili bir soruşturma açıldı mı?
Ankara Emniyeti de, İçişleri Bakanlığı da daha sonra herhangi bir açıklama yapmadı ama yoğun baskılar sonucu savcılık soruşturma başlattı. Ama açıkçası bu soruşturmanın üstünün de kapatılacağını düşünüyorum.
Bu kişiler Fetullahçılıkla mı suçlanıyordu?
Mazlum-Der’de de, TBMM’de de insan haklarını savunurken mağdurun kimliğine bakmadım, bakmam. Mazlum-Der’deyken, insan hakları ihlallerine ilişkin bir açıklama sırasında Zaman gazetesinin muhabiri, “ya hocam, devlete de çok fazla yükleniyorsunuz” diyerek bana tepki göstermişti. Ama gün oluyor, devran dönüyor ve bu sefer ihlale uğrayan sen oluyorsun. Demek ki kime yapılırsa yapılsın, işkenceye, hak ihlaline karşı çıkacaksın. Bunu herkes yavaş da olsa öğreniyor ama ne yazık ki çok büyük acılar neticesinde. Oysa mağduru savunmak için illa mağdur olmak gerekmemeli.
‘KAÇIRILAN ZABİT KİŞİ’NİN 8 SAYFALIK MEKTUBU BENİ DEHŞETE DÜŞÜRDÜ’
İnsan hakları örgütleri, 2019 yılı içinde 7 kişinin zorla kaçırıldığı tespitini yapıyor. OHAL döneminden beri gözaltında kayıplara ilişkin de çok sayıda vak’adan söz ediliyor. Darbe girişimi sonrasında kaç kişi kaybedildi, kaç kişi bulundu, bulunanlar neler anlattı?
28 kişi kaçırıldı ve bunların 27’si erkek. Gülen grubuna yakın oldukları biliniyor. Biri de sol camiadan bir kadın, Ayten Öztürk. O da mahkeme sırasında nasıl kaçırıldığını, gördükleri işkenceleri anlattı. Daha sonra ortaya çıkarılan 27 kişinin ise bazısı konuşmadı, işkence gördüklerini anlatmadı. Ama anlatanlardan, konuşmayanların da başına neler geldiğini tahmin edebiliyoruz. Çünkü hepsi aynı tarzda, aynı araçlarla, aynı yöntemlerle kaçırıldı ve neredeyse aynı biçimde bulundu. Bize en net başvuruyu ve anlatımı, kaçırılıp sonradan bulunan Zabit Kişi isimli mağdur tarafından geldi.
Neler anlatıyordu Zabit Kişi?
Bana gönderdiği 8 sayfalık mektupta nasıl kaçırıldığını, 108 gün boyunca bir yerde tutulduğunu söylüyordu.
Şu an hapiste mi?
Kandıra Cezaevi’nde. Yıllardır insan hakları savunucusuyum ve sayısız vak’a gördüm, okudum, dinledim ama Zabit Kişi’nin 8 sayfalık mektubu beni bile dehşete düşürdü. Köpek kulübesi gibi bir yerde, gözleri kapalı halde tutulmuş. Sadece hayatta kalabilmesi için önüne bir parça ekmek, biraz su atılmış. 108 günde 30 kilo zayıflamış. Ağzından, burnundan, makatından kanlar gelene kadar işkence yapıldığını yazıyor. 75. gün, o da işkence yaparken kokusundan rahatsız oldukları için üstüne hortumla su sıkıp yıkamışlar. Defalarca kendini öldürmeye çalışmış. 8 sayfalık mektubu 4-5 saatte ancak okuyabildim. Bu sırada kendime defalarca “hayatımdaki en büyük öncelik işkenceye karşı mücadele etmek olacak” sözü verdim. Üstelik zaten önceliğim bu olduğu halde…
‘ZABİT KİŞİ, MAHKEMEYE ÇIKTIĞI AN ‘HAKİM BEY NE OLUR BENİ TUTUKLAYIN’ DEMİŞ’
Peki bu kişi nasıl ortaya çıktı?
Ankara Emniyeti’nin önüne atıp gitmişler. Kendilerini devlet görevlisi olarak tanıtmışlar. Zabit Kişi mahkemenin karşısına çıktığı an, “hakim bey ne olur beni tutuklayın” dediğini yazmış mektubunda. Ben bu mektubu daha sonra bakanlığa, tek kelime eklemeden soru olarak yönelttim. “Bu kişinin böyle bir iddiası var. Kaçıranlar gerçekten devlet görevlisi mi, yoksa mafya veya haydut kişiler mi” diye sordum. Sonuçta kendisine devlet görevlisi süsü verip bu işi yapmış insanlar da olabilir. “Kamera kayıtlarını inceleyin, araştırın” diyorum. (Kapıdan postacı girip Gergerlioğlu’na bir mektup veriyor.) Antalya, Döşemealtı L Tipi Cezaevi’nden gelmiş mektup. Hapishanelerden çok sık mektup alıyorum ve bunlardan çok sayıda ihlal bulgusu çıkıyor.
Zabit Kişi’nin mektubunu Adalet Bakanlığı’na sorduğunuzda ne yanıt aldınız?
Tek kelime eklemeden bu mektubu Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı makamına sundum. Bu insanın böyle iddiaları var, bu insanı kim kaçırdı? Tek bir açıklama yapılmadı. TBMM başkanlığına bunu soru önergesi olarak sundum. Başkanlık da “önergenizdeki ifadeler kaba ve yaralayıcı olduğu için işleme alınmamıştır” yanıtı verdi!
‘KAÇIRILANLARIN ÇOĞU BULUNDUKTAN SONRA KONUŞMUYOR’
Neydi o kaba ve yaralayıcı ifadeler?
Adamın işkence anlatımları. Meclis Başkanlığı bizim HDP milletvekili olarak sunduğumuz önergelerde “katliam”, “işgal” sözcüklerini görünce geri çeviriyor. Ama ben söz konusu soru önergesine sadece Zabit Kişi’nin mektubunu iliştirip “bu iddialar doğru mu, değil mi” diye sormuşum. Milletin meclisi olarak, milletin bir ferdinden gelmiş böylesi bir mektubu araştırmayıp da neyi araştıracaksın Allah aşkına! Yok, kaba ve yaralayıcı ifadeler varmış. Makata cop sokulması kibarca nasıl anlatılır? Yurt içinden, yurtdışından arayıp başından geçen benzer olayları “hocam aramızda kalsın” diyerek anlatanlar da oldu. Kimisi dağ başında bırakılmış, kimi Emniyet önüne atılmış. 250 gün sonra bulunan Hasan Kala diye bir adam, Ankara’nın merkezinde, Batıkent’te kaybolmuştu. Eşi, babası gelip benimle görüşmüştü. 250 gün sonra aniden ortaya çıktı. Tutuklanmadı da bu insan. Fakat sonra o insan da ortalıktan kayboldu.
Bir kez daha mı kaybedildi?
Hayır ama sanırım bir daha böyle bir şey yaşamamak için ortalıktan kayboluyorlar. Salim Zeybek mesela, Edirne’de eşi ve iki çocuğunun yanında kaçırıldı. Adamı alıp götürüyorlar, karısı ve iki çocuğunu da Edirne’den Ankara’ya kadar getirip eve kadar bırakıyorlar. Hatta kadına para bile veriyorlar. Kadın gidip polise, evinin önündeki kamera görüntülerini, kaçıranların parmak izleri vardır diye verdikleri paraları, aracın plakasını teslim ediyor. Kadın iyi bir ressam olduğu için kaçıranların resimlerini çizip veriyor polise. Salim Zeybek de Şubat ayında kaçırılmış, altı ay sonra Ankara Emniyeti’nde çıktı.
Başına gelenleri anlattı mı?
Zeybek, Ankara ve İstanbul’dan kaçırılan başka üç kişiyle birlikte aynı gün Ankara Emniyeti’nde bulundu. Fakat şu an Sincan Cezaevi’nde olan bu insanlar konuşmuyor.
Bunlar eski MİT’çi, yahut ellerinde çok önemli bilgiler bulunan insanlar mı?
Kaçırılıp ortaya çıkarılanların hepsi MİT davalarına bakmaya tahsis edilmiş Ankara 34. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanıyor. Duruşmalara milletvekilleri, İHD yöneticileri alınmıyor.
1990’lı yıllarda kaybedilenlerin çoğuna ya bir daha hiç ulaşılamadı veya cenazeleri bulundu…
Belki bu adamların da ölüsü çıkacaktı ama yoğun baskı sonucu sağ bulundular. Sözünü ettiğim dört kişinin bulundukları haberi üzerine eşleri, sabahın köründe, avukatlarıyla birlikte emniyetin önünde bekliyorlardı. Fakat bu insanlar haber yollayarak “özel avukatla görüşmek istemiyoruz” demişler. Sonra bir baktık ki, esrarengiz bir şekilde bu insanlar, Emniyet merdivenlerinde kendilerine avukat bulmuş! Birisinin karısı “kim bu avukat, gözaltındayken nasıl avukat buldun, neden bizim tuttuğumuz avukatla görüşmüyorsun” diye soruyor. Adam avukat diye tuttuğu kişinin adını bile bilmiyor. Her dördü de eşlerine aynı şeyi söylemişler: “Nerede olduğumuzu boşver. Ulusal, uluslararası alanda başvurular yapmışsın, derhal başvurularını geri çek. Sezgin Tanrıkulu ve Ömer Faruk Gergerlioğlu’yla görüşmüşsün, bir daha görüşme. Hakkımızda sosyal medya hesabı açmış, yazıp duruyormuşsun, kesinlikle tek kelime yazma. Çoluk-çocuğumuz var, kapatalım bu olayı.” Eşlerinin anlattığına göre bu kişiler 25-30 kilo zayıflamışlar. Ciltleri bembeyaz, belli ki hiç güneş görmemişler. Tedirginler, arada bir gözleri bekleyen polise takılıyor. Ama başlarından geçenleri anlatmama konusunda da son derece kararlılar. 12 gün gözaltında kaldıktan sonra bu insanlar tutuklandı ama eşleri neden, hangi suçlamadan tutuklandıklarını bilmiyor. Böyle bir muamma. Daha sonra ortaya çıkan iki kişi de eşlerine aynı telkinlerde bulunmuş.
‘EMNİYET VE SAVCILIK GAYET ‘RELAX”
Hâlâ kayıp kimse var mı?
Bu iki kişinin tutuklandıkları gün, hakkında arama kararı bulunan Yusuf Bilge Tunç isimli biri daha, 6 Ağustos’ta Ankara’da kayboldu ve hâlâ kayıp. Gittim, kameraların pek olmadığı bir yerde terk edilmiş arabasını da gördüm. Sanayi Bakanlığı’nda çalışmış eski bir KHK’lı. Eşi Emniyete gidiyor, ilgilenen yok. Bir-bir buçuk ay bu olayı araştıracak savcı bile belli olmadı. Kadın kendi çabalarıyla gidip kamera kayıtları almak istiyor, etraftaki işyerlerinden, kimse vermemiş. Emniyet de, savcılık da bu konuda gayet “relax”. Bu arada ilave edeyim, az önce sözünü ettiğim altı kişinin aileleri Türkiye’den sonuç alamayınca uluslararası kuruluşlara başvurdular. Fakat AİHM ve Birleşmiş Milletler Zorla Kaçırmalar Komitesi’nin acil koduyla Adalet Bakanlığı’na sorduğu soruların süresi bitmeden hemen önce ortaya çıktılar.
”HADİ DOĞUR DA SENİ TUTUKLAYALIM’ DENEN ÇOK KADIN OLDU
2019 yılı boyunca Sezgin Tanrıkulu’yla beraber en çok gündeme getirdiğiniz konulardan biri de hamileyken, yahut doğumdan hemen sonra F..Ö davasından tutuklanan kadınlar, hapishanede büyüyen çocuklar… Şu an kaç çocuk anneleriyle birlikte hapiste?
Bir ara bu sayı 864’e çıkmıştı. Birinci Yargı Paketi’nden sonra bu sayı, Kasım ayı itibariyle 780’e düştü. Ama son bir haftada bile yine bebekli anneler tutuklandığı için bu sayı sürekli yükseliyor. Keza daha üç gün önce, iki hamile kadın tutuklandı. OHAL döneminde, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiç olmadığı kadar fazla hamile, çocuk sahibi, yeni doğum yapmış, lohusa veya emziren kadın hapse girdi. Sonuçta Fetullah grubu, klasik örgütlerden farklı olarak ailelerin, annelerin, babaların, dedelerin, çoluk-çocuğun da içinde bulunduğu bir yapıydı. Dolayısıyla bu insanlar cezalandırılmaya başlayınca, kadın tutuklu sayısı aniden pik yaptı. Bu süreçte işin insani boyutu çok büyük bir dram biçiminde seyretti. 5275 sayılı yasanın 16/4 maddesi, kadınların hamilelik dönemi ve doğumdan sonra 6 ay boyunca mahpus edilemeyeceğini emrediyor. Aynı yasanın 116 maddesi bunu hem tutuklamalar için de emrediyor. Fakat bu yasa hiçe sayıldı. Yüzlerce hamile, yeni doğum yapmış kadın hapse atıldı. Kadın doğum için hastaneye gidiyor ve başında polis, “hadi doğur da seni tutuklayalım” diye bekliyor. Bu stresle, ağlaya-sızlaya doğum yapan ve başında polisin beklediği çok kadın oldu.
Bu insanlar örgüt üyeliğinden mi aranıyordu?
Doğum esnasında başında polis bekleyenler, hakkında arama kararı bulunanlar. Kadın arandığı için uzun süre kaçak yaşıyor ama doğum zamanı gelince hastaneye gitmek zorunda kalıyor ve polis de tepesine biniyor. Keza üç haftalık hamileyken tutuklanmış, doğum için hapisten hastaneye götürülmüş ve doğum yaptıktan birkaç saat sonra, bir gece bile hastanede bırakılmadan tekrar hapse götürülmüş çok sayıda kadın var. Hapisteyken düşük yapan Gülden Aşık, Nurhayat Kılıç ve Hanife Çiftçi, ismi aklımda kalan üç kadın. Bu kadınların durumunu başından itibaren takip ettim, daha mahkeme sırasında sıkıntılı bir hamilelik süreci yaşadıklarını anlattıkları halde dinlenmediler. Nurhayat Kılıç ikiz bebeklerini kaybetti. Dolayısıyla sırf benim takip ettiğim dört bebek bu şekilde gitti. Erken doğum yapan kadınlar oldu. Üç buçuk yıl boyunca, sırf yasa uygulanmadığı için yüzlerce kadın bu sıkıntılı süreci yaşadı.
‘ANNE-BABA KOMİK GEREKÇELERLE HAPİSTE, ÇOCUKLAR ORTADA’
Bir milletvekili değil ama hekim sıfatıyla baktığınızda size en zor gelen hikâye nedir?
Sayısız hikâye var tabii. Daha dün, 8 yaşındaki çocuğu Down Sendromlu bir kadın hapse atıldı. Bu çocuğa annesinin ortadan kayboluşunu anlatamazsınız. Otizmli çocuklar da öyle. Bir çocuk var mesela, babası öğretmen. Ailesi yüzde 90’a kadar iyileştirmiş. Sonra baba Metin Koç hapse atılıyor, 17-18 ay içeride kalıyor. Çocuğun iyileşme oranı yüzde 90’dan yüzde 26’ya düşüyor. Bu bir doktor olarak beni çok üzen bir hikâye. Anne-baba milim milim ilerleyerek, tarifsiz bir mücadeleyle iyileştirmiş o çocuğu. Sonra pat diye her şey sıfırlanıyor…
Baba hâlâ hapiste mi?
Çıktı ama bunun çok ağır bir bedeli oldu. Bu insanların önemli bir kısmı, ciddiye alınmaz gerekçelerle tutuklanıyor ve sonra da bırakılıyor. Ama bırakılana kadar ne hayatlar kayıyor… Hem yasayı çiğneyerek hamile veya yeni doğum yapmış kadınları tutukluyorsun, hem de tutuklama bir tedbir iken, cezaya dönüştürüyorsun. Halbuki bu insanlar tutuksuz da yargılanabilir. Ayrıca bu uygulamadan sadece FETÖ davası sanıkları değil, herkes etkileniyor. Mesela Diyarbakır ve Elazığ cezaevlerini ziyaret ettiğimde, “PKK koğuşlarında” da çocuklu kadınlar vardı. Semra Akgül, Diyarbakır Cezaevi’nde. Eşi de tutuklu. Bir gösteriye katılmışlar filan. 6 yaşına girmiş çocuğunu eve yeni göndermiş. Çünkü 6 yaşından büyük çocuğunuzu hapiste, yanınızda tutamıyorsunuz.
Anne-baba hapiste, bu çocuğa kim bakıyor?
17-18 yaşında iki ağabeyleri varmış, 6 yaşındaki çocuk onların yanında kalıyor! Kendi başlarına üç çocuk, düşünebiliyor musunuz? Buna benzer binlerce aile var. 15-20 gün önce bizim HDP Kocaeli teşkilatına operasyon yapıldı. Arkadaşlarımız Emine ve Mehmet Karaaslan tutuklandı ve bunların üç tane çocukları var. Suçlama ne? “Niye halay çektin? Niye parti yöneticisiyle görüştün? Telefonunu dinledik, ‘emaneti getir’ demişsin, ne o emanet, silah mı?” Ben de birebir, “arkadaşlar nedir hakkaten bu emanet” diye sordum. Emanetten kastı afişlermiş! Karı-koca bu tür komik gerekçelerle tutuklandı, çocuklar ortada kaldı. Mekiye Aydın, on yaşında dört tane çocuğu var, tutuklandı… Osman Kurum, anne hapisteydi, çocuğa o bakıyordu. Şimdi o da hapse girdi, çocuk ortada kaldı. Bunlar bizim HDP’li arkadaşlarımız.
‘BİR ÇOCUK AĞACI, KUŞU GÖRMELİ YAHU!’
Annesiyle hapiste büyüyen çocuklar, o koşullardan nasıl etkileniyor?
Diyarbakır ve Elazığ hapishanelerinde o çocukları gördük. Diyarbakır’da Dilda, Elazığ’da adını hatırlamadığım bir kız çocuğu vardı. Psikolojileri hiç iyi değil tabii. 10 kişilik koğuşlarda 20-25 kadın, dört duvar… Çocuklara, “tehlikeli renkler” yüzünden boyama kitabı bile vermiyorlar! Zaten biz içeride beş dakika durunca daralıyoruz, o çocuklar ne yapsın? Duvarlar çok yüksek, küçücük bir havalandırma. Hele Elazığ’da, havalandırmanın üstüne de tel örgü çekmişler.
Mahpuslar uçarak kaçamasın diye mi?
Muhtemelen! O ortamda bazı şeylerin ne kadar hayati olduğunu anlıyorsun. Diyarbakır’da o havalandırmadan gelen bir kuş vardı, sesi bile oradaki mahpuslara iyi geliyor. Elazığ’da kuşu bile engellemişler. Bir anne, cezaevinden hastaneye giderken çocuğunun kuşu ve ağacı gösterip “anne bu ne” diye sorduğunu anlatmıştı. Çünkü çocuk hiç ağaç ve kuş görmemiş, hapiste büyümüş. Bir çocuk ağacı, kuşu görmeli yahu! İnfaz koruma memurları her kapıyı açtıklarında, çocuk dışarı çıkmak için kapıya koşuyormuş. Kapı üstüne kapanınca ağlıyor, anlam veremiyor çünkü. Kadınlar ağlıyor, belki o kapıyı kapatan görevli de ağlıyor ama kimse bir şey yapamıyor. Annesi hapiste olan Miraz bebeğin hapishane önündeki videosunu herkes izledi. O sadece kameraya yansımış olanı ama benzer yüzlerce olay, hikâye var. Dışarıdaki bazı çocuklar anne-babasını ziyarete gitmek istemiyor. Çünkü ziyaretlerde, o turnikelerden geçene kadar o kadar eziyet görüyorlar ki… Silivri’de mesela, 600 ziyaretçiyi bir anda “haydi girin” diye içeri sürüyorlar. Herkes bir an önce girmek zorunda ki, zaman kaybetmesin. Tabii bu sırada çocuklar eziliyor. Sayısız kadın ziyaretçiden, ziyaret esnasında cinsel tacize uğradığına dair başvuru aldım.
‘İSLAMİ KAMUOYUNUN VİCDANINI KAYBETTİĞİNİ GÖRDÜK’
Türkiye hapishaneleri ve etrafında yaşanan hikâyelere baktığınızda, vaziyeti nasıl özetlersiniz?
Türkiye’nin bizatihi kendisi büyük bir hapishaneye dönmüş durumda. Mahpuslar, hapishane içinde hapislik yaşıyor. Zaten sonradan tahliye edilen pek çok kişi de bana “hocam dışarıda da çok farklı bir durum yokmuş” diyor. Hapishanede fiziki, psikolojik işkence görüyorsun ama dışarıda da aynı baskıcı ortam var. OHAL mağdurları yurtdışına çıkamıyor, içeride ekmek bulamıyor. En ufak bir ifade açıklaması sizi hapse attırabiliyor. Köşeyi sıkışmışlık duygusuyla ne yapacağını bilemeyen ve bu nedenle zulme başvuran bir iktidar var. Bu nedenle giderek ruhen daha da kötü insanlara dönüyorlar. Çünkü tüm bu zulmü kendimlerine anlatabilmek için vicdanlarına da büyük bir baskı uyguluyorlar.
AKP’li milletvekilleriyle bunları hiç konuşuyor musunuz?
Kimisi mırın-kırın ediyor. Geçen birisi bana, “sadece sen mi KHK mağdurlarıyla ilgilendiğini sanıyorsun? Ben de bir KHK’lıyla yarım saat konuştum” dedi. “Biz iktidarda kalmalıyız, dış mihraklar bize düşman” gibi hikâyelerle kendi vicdanlarını baskılamanın bahanelerini üretiyorlar. Hamile kadınları anlatıyorsunuz, “bunlar talimat hamileliğidir” yanıtı alıyorsunuz. Yahu bu mu yanıtınız? Çaresiz kaldığı için Ege’den, Meriç’ten geçerken otuza yakın insan boğuldu ve bunların 18’i çocuk ve bebekti, diyorsunuz. “E onlar da darbe girişimi yapmasaydı” yanıtı alıyorsunuz. İslâmi kamuoyu uzun süre bu dille vicdanını bastırdı. “Herhalde bu iş biraz abartıldı” diyen az sayıda insan şimdilerde çıkıyor. Ama sonuçta bu süreçte İslâmi kamuoyunun vicdanını kaybettiğini gördük.