Kış Kampı’ndayız, eski günler gibi, her sene olduğu gibi Nûrlar ve Pırlantalar’ı okuyor, müzâkere ediyor, gevşeyen gerilimimizi gözden geçiriyoruz.
Beyler, hanımlar, gençler, çocuklar hep berâber Hakk’ın rızâsını arıyoruz.
Şen-şakrak değiliz, tebessümlerimiz arkasında hüzün bulutları saklı, Rahmet olan gözyaşlarımızın dökülmesi için bir söz, bir kıvılcım yetiyor.
Tesbihâtın coşkun “yâ Cemîl yâ Allâh, yâ Karîb yâ Allâh” nidâları çağlayanlar gibi gürlerken “yâ Kahhâr yâ Allâh” diyerek, sâhibimizi imdâda çağırıyoruz.
Çoğunluğu yevmiyeli çalışan arkadaşlarımız fedâ ettikleri günler ve kazançlarına rağmen proğramdalar.
Bununla berâber ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılamaya gayret ediyorlar “muâvenet” istek, arzu ve himmetleri had safhada.
Derd bir değil ;
Arada dertleşiyoruz…
Kardeşimiz, dertle masaya oturdu ve ağzından şu kelimeler döküldü,
“İkişey beni çok üzüyor, kalbim sıkışıp, yüreğim eziliyor,
- önce geçmişteki hatalarım, günâhlarım,
- ikinci olarak arkadaşlarımızın ve cemaâtimizin içerisinde bulunduğu durum.“
“Yâ ümîdin?” dedim. “Rabbimden ümidimi hiç kesmedim çünkü ümitsizlik mü’min değil, kâfir sıfatıdır.“
Ne güzel arkadaşlarımız var.
Biraz düşündüm, hepimizin derdi aynıydı aslında, farklı duygular yaşamıyorduk, bir vücûdun azaları olan bizleri sanki sıtma tutmuş, hepimiz tiril tiril titriyorduk.
Ümidîmize rağmen, geçmişimizin muhâsebesi ve becerebilirsek murâkabe bizi merhametle sarsıyor.
İnsân olmanın gereği hatâdan beri değiliz, âh bir kendimize bakabilsek, utancımızdan başımızı kaldırıp başkalarına bakabilecek mecâli bulamayacağız.
Gel görki herkes nisyânla kendine karşı kördür.
Hatâ, tevbe, körlük;
Hatâsını görüp günâhlarını idrâk ile muhâsebe, murâkabe yoluna girenler bahtiyardır çünkü kendilerine “tevbe” kapısı ardına kadar açılmıştır, pişmanlıkla o eşikten adımını içeriye doğru atar, birde Rabbimiz lütfederse “inâbe” ve “evbe” kurnasına doğru yürür.
Efendimiz (sav) ne güzel buyurur “Sizin en hayırlınız, hatâ işledikten sonra günâhına tevbe edenlerdir.”
Hatâsını farketmeyen, müdrîk olmayanlar ise bahtsızdırlar, kördürler.
Kur’an, Sûre-i Şems’te “Nefsi ile mücâdele edip arındıran elbette kurtuluşa ermiştir. O’nu arzularıyla baş başa bırakan da (görmeyen, görmezden gelen de) ziyân etmiştir.” buyurur.
Müjdeler olsun ! Hatâsını, ayıbını, günâhını görene. Kendini hatâlarından aklayıp, paklanmaya çalışana, nefsini yerden yere vurana.
Veyl olsun ! Hatâsını, günâhını, ayıbını görmeyip hâlâ nefsini dinlemeye, aklamaya, paklamaya gayret edip, kendine avukatlık yapana.
Rabbimizin inâyeti ile girdiğimiz cebrî yollardan birisi budur “hatâlarımızla yüzleşmek”
Aslına bakılırsa içine düştüğümüz durum bize tamda bu fırsatı verdi. Kendimizi ferden ve cemaâten iyice siğaya çekmeliyiz.
Nerede yanlış yaptık ?
“Bizim yanlışımız yok” demek, Rabbimize ve hakîkate karşı saygısızlık olur, Bizler “ismet” sıfâtı ile muttasıf değiliz.
Peygamber olmayan her şahsın, her beşerin hatâları vardır.
Hizmetimizin esâsat ve dinamiklerine gelince Kur’an ve Sünnet’ten süzülen Bu mübârek harekette fikren bir hatâ, şeklen bir inhirâf göremiyoruz.
Elhamdülillah, işte bu güzellikten dolayı buradayız.
Sistem içerisinde esasâtı, fikriyâtı “fiilen” idâre eden şahıslara gelince yukarıda da söyledim hiçbirimiz “ismet” sıfatını hâiz değiliz, hatâlar yaptık, hatâlar yapıyoruz ve hatâlar yapacağız.
Yârın, dünden farklı olmayacak.
El-ele verip, hatâ-sevâb cetvelimizi çıkararak, hak nâmına konuşan herkesi dinleyerek, söylenenleri önemseyip, çözüm adına adımlar atarak, istişâre, dayanışma ile “birlikte” geleceğe doğru yürüyeceğiz.
Vifâk ve ittifâk;
Mâlumunuz vifâk ve İttifâk “bereket” sebebidir, kardeşlik ve birlikteliğimizi kimseye çiğnetmemeliyiz, ifrât derecesinde korumalıyız.
Müfrîdâne muhabbet bizim şiârımızdır.
Üstâdımız’ın ifâdesi ile “ehl-i dalâlet bizi birbirimize bağlayan mânevi râbıtâlarımızı koparmak istiyor” hedeflerinde önce ihlâs kalesi ve uhuvvet kıt’aları var.
Biliniz, ki eğer bu iki burcu yıkarlarsa bizi yerle bir edecekler.
Bu kutsi Hizmet Namâzı’nda saflarımızı sık tutup, şeytân ve insî âvânelerinin aramıza girmesine müsâde etmemeliyiz.
Berâber yola çıktığımız arkadaşlarımızın kopmasına, koparılmasına izin vermemeliyiz.
Kaybetmek istemiyoruz ;
Dünyevî ve uhrevî olarak kaybetmek istemiyoruz, kimsenin kaybetmesini de istemiyoruz.
Varlığımızı hep berâber fedâ ettiğimiz Bu yoldan, “biiznillâh” hep berâber dönmemeliyiz.
Ahd-u peymânımız buydu, her gün yenileyerek, inşâallah-u teâla sadâkâtle, gayretle yarınlara yürüyeceğiz.
Emin olabilirsiniz yârının dünyası, Kur’an ve Sünnet ışığında, Nûrlar ve Pırlantalar merceği, menfezi ile okunacak, “yeni âlemlerin vâridâtı” ile tamamlanacak, doğu-batı kaynaşması ile kurulacak.
Mağduriyet, sürgünler ve hicretlerimiz Rabbimiz’in izniyle bizlere bu yolları açtı, açıyor.
Hizmete karşı uyarılmış olan “Evrensel Merak” bu uluslararası git-geller ile doyurulacak.
Sakın aklınızı, beyninizi teslim etmişsiniz, kara bir sevdâ ile göremiyorsunuz demeyiniz. Hayır ! Hayır !Hepimiz okumuş, görmüş, geçirmiş insanlarız.
Başımızda dönen bunca musîbet hislerimizi, hissiyatımızı, hissi bağlılıklarımızı yerle bir etti, artık tam bir akıl ve mantıkla, kalb ve rûhun tasdîkiyle Hocamız’a, Hizmetimiz’e bağlıyız.
Evet, hizmetimiz hak ve çok güzel, geçmişte olduğu gibi başka gayretleri de alabildiğine takdîrle alkışlıyoruz.
Hakk yolunda yürüyen herkese canımız fedâ olsun.
Ölümler, işkenceler, sürgünler, cebri hicretlere, çekilen maddi, mânevi sıkıntılara rağmen, kararından dönmeyen, yolundan ayrılmayan kardeşlerimizle iftihâr ediyoruz.
Bunca şeytâni algı operasyonlarına rağmen, yolundan ayrılmayan yolcular, yolun sıhhatinin en büyük delilidir.
İşte bu azîm ve gayret Hakk katında bize şefaâtçidir.
Allâh vekîl, Allâh muîndir.
Duyduğumuz, gördüğümüz okuduğumuz haberler, içinde bulunduğumuz hâl karşısında ciğerlerimiz pâre pâre, gözlerimiz yaşlı fakat ümîdimiz tam.
Bedbîn olmayın;
Tamda bu noktada Büyüğümüz’ün yanından kampımıza iştirâk eden arkadaşımız şunu söyledi, “Kendisine sorduk, efendim arkadaşlarımıza ne söyleyelim, ne söylemek istersiniz ?” bizlere şu şekilde mukâbelede bulundu “Bedbînliğe düşmesinler”
“Yılmasınlar, bıkmasınlar, pörsümesinler, ümitsizliğe girmesinler, bedbîn olmasınlar.”
Ve bir daha Üstâdımız’ın bizleri uyardığı “Zindân-ı atâlete, tembelliğe düşmemeliyiz.” bahsini tekrâr okuduk.
Nasıl mı ?
Ümitsizliği, Rabbimizden ümidizi kesmeyerek.
Önde olma arzusunu “Allâh için olma” duygusuyla aşarak.
Acelecilik virüsünü, sabırla yenerek.
Ben bilirim demek yerine, istişâre, birbirimize fâide ve birlikteliği tercîh ederek.
Başkasının kusurunu kendimize bahâne yapıp hizmetten dûr olmak yerine tevekkül ile sebeblere riâyet ederek.
İşi başkasına bırakmadan, kendimize bakıp “mehdice” çalışarak.
Neticeye bağlanıp, marziyat-ı İlahiyi düşünmemek hastalığını, emr olunduğumuz işe gayretle ve Rabbimiz’e itimâd ile aşarak
Rahâta düşkünlük belâsını, ancak çalışırsak kazanabileceğimizi unutmayarak, aşkla, şevkle yolumuza devâm etmeliyiz.
Bilirsiniz, rahât ve rehâvet ideâllerin ölüm döşeğidir.
İhmâl ve herşeyi imhâl ihlâsa karşı şeytânın tuzağıdır.
Münakaşa, mübâreze, birbirimizle ihtilâf kadeşliğimizi bitirir, rüzgarımızı keser, ilâhi te’yidâta perde olur, bitirir.
Bugün bir daha ahdimizi yenilemeye ihtiyâcımız var, biiznillâh bu besteyi yarım bırakmayalım, bırakmayacağız…
Hergün herzaman tekrâr, yeniden, vira bismillâh !
mansurturgutk@gmail.com