Bir subay bakıyor ki, Nizamiyede bir bankın iki yanında iki asker nöbet tutuyor, ama bu erlerin nöbet tutmasını gerektirecek hiçbir şey göremiyor, sonra araştırırken seneler önce kendisinin nöbet listesine yazdırdığı bir ifadeyi görüyor.
O zaman bu bank yağlı boya ile boyandığı için, kuruyuncaya kadar kimsenin o bank üzerine oturup zarar görmemesine ait bir tedbirin neticesi olduğunu hatırlıyor… Sonrakiler hiç düşünmeden bunu o güne kadar uygulamışlar… Bizler uzun yıllar katı ve acımasız bir laiklik anlayışının baskısını yaşadık. Bir dönem ezan bile aslından çıkarıldı. “Tanrı uludur” diye okumayan hocalar işkence gördüler, dişler kırıldı, demir ökçeli çizmelerle ezildiler…
Daha 1971’deki 12 Mart Muhtırasında Risale-i Nur okuduğumuz için hapse atıldık. Toplantıda okunan Allah’ın Kuddüs İsminin Lemaları mı idi, yoksa Lema’lar kitabındaki Kuddüs ismi mi idi? Tartışması bile Mahkemede Savcı Nureddin Soyer ile yaşandı. Öyle olsa ne olur, böyle olsa ne olur. Devletin temel nizamlarını yıkmakla bunların ne alakası olabilir. Ben ifademi verirken Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinden bahsederken farkında olmadan hep “Bediüzzaman” diyormuşum. Savcı bir suç unsuru bulmuş gibi, “Sayın Hâkimler, dikkat edin bu sanık burada Mahkeme huzurunda bile propaganda yapmaya devam ediyor. Kürt Said’e hep Bediüzzaman diyor. Çünkü Bediüzzaman ‘Zamanın hârikası’ mânasına geliyor. Bilhassa dikkatlerinizi çekerim!” dedi. Hemen avukatımız Latif İslam Bey söz isteyip “Efendim, Bediüzzaman bir özel isimdir. Özel isimlerin manasına bakılmaz. Mesela sayın savcımızın ismi ‘Nureddin; mânası da ‘Dinin Nuru’ demek. Şimdi kendisi İslâm Dininin Nuru mu oluyor?” diyerek iddiasını reddetti. Adam nereden dinin nuru olacak, dinin, Kur’an Kurslarının düşmanı idi. Kursta okuyan kız çocuklarının bile ifadelerini alırken baskı yapıp korkutmuştu… Şimdi bu şartlarda yetişmiş insanlar mecburen bu zulümlere, normal haklarından mahrumiyetlerine göre bir refleks, bir koruma yöntemi geliştirmek zorunda kalıyorlar.
Yedi-sekiz sene önce bir Avrupa ülkesinde devletle alâkası olan emekli bir profesör, oradaki Zaman Gazetesinin bürosuna gelip şöyle bir tavsiyede bulunmuştu: “Okulunuza Türkiye’den bir gazeteci geliyor, ne müdürünüz, ne de herhangi bir öğretmeniniz gazeteciyle muhatap oluyor! Adeta bir anda hepsi kayboluyor! Bunu neden yapıyorlar?” Dedim ki, “Türkiye reflekslerinden… Okulumuza Türkiye’den bir gazeteci gelir, müdür veya öğretmenin masum bir ifadesinden anayasal suç kılıfına sokulmuş bir mâna uydurur ve onu da manşete taşır, sonra savcıları, hâkimleri harekete geçirir. Bu yüzden buralarda da okulumuza bir zarar gelmesin diye onların karşılarına çıkmak istemiyorlar.”
Bunun üzerine dedi ki: “Buralarda böyle şeyler olmaz. Olsa da önemi yok. İstihbarat her şeyi bilir, o iftiraların pek bir rolü olmaz. Siz yolunuza devam edin. Sizin Hizmetinizden ülkem memnun. Aslında bütün Avrupa ülkeleri de… Eğitiminiz güzel. Biliyoruz dindar Müslümanlarsınız… Terör ve radikalizme karşısınız. Avrupa’nın istediği de böyle bir Müslümanlık. İsteriz ki, sizin de bir caminiz ve resmî bir İslamî eğitim veren bir kurumunuz olsun…”
Beş altı sene önce Berlin’de yıkılmış bir kilise binasının kalıntısı üzerine bir kilise bir sinagog, bir cami bina yapmak istiyorlar. Hristiyan ve Musevîler anlaşmışlar. Ama Müslümanlardan kimse yok. Devlet görevlilerine sorunca, en uygunun Hizmet Mensuplarının olduğu işaretini alıyorlar. Böylece arkadaşlarımız da bu işe dahil oluyorlar. Ama projeden icraata geçirileceği zaman bu süreç karşımıza çıktı. Yani bütün imkânlarımızın elimizden gasp edildiği, bu zorlu ve sıkıntılı dönem…
Çeşitli mengenelerde işkencelerden geçirildiğimiz, elde avuçta bir şeyin kalmadığı cevirler devri… Onun için Türkiye dışından, Türkiye içinden, dinî kurumlar, onlara gelip, “Hizmeti atın, bizi alın; istediğiniz maddî desteği verelim.” diyorlar. Ama kimse onların bu tekliflerine evet demiyor. Bu sefer, ciğere ulaşmayan kedilerin “Bu et, murdardır!..” dedikleri gibi iftiralara başlıyorlar. “Bunlar bütün dinleri tek din haline getirecek!.. İslâmiyete tuzak kuruluyor. Plan çok büyük!..” mealinde yalanlarla saldırıyorlar. Ama diğer yalanlarını Avrupa’ya kabul ettiremedikleri gibi bu iki yüzlülüklerini de kabul ettiremiyorlar. Fakir ülkelerin diktatörlerini parayla-pulla hallediyorlar ama demokratik ülkelerde kimseyi bunlar ikna edemiyor. En son bütün büyükelçiler gelip bu gerçeği itiraf ettiler. Hatta “Bu işi biz yapamıyoruz. Acaba daha iknâ ediciler çalışıp yapsalar” diye de bir istirhamda bulundular en üst makama Türkiye’de. Peki Büyükelçiler olarak sizin kıvıramadığınız bir işi, bu fırıldağı acaba kim becerebilecek? Hele hele rüzgarın tam terse döndüğü bir dönemde…
Biz işimize bakalım. Bu güzelliklerin bütün dünyada müşterileri çok. Evet bizi MÜŞTERİLER BEKLİYOR…