Gazeteci Ahmet Dönmez, kendi özel sayfasında, tutukulu Gazeteci Emre Soncan’dan gelen mektuba yer verdi. Soncan, “Bana boy boy düşler doğur, ben onları büyütürüm” başlıklı mektupunda, Silivride’ki esaret günleri ve yaşadıklarını dilye getiriyor. Binikiyüzatmış (1260) gündür Silivri’de tutuklu olan Soncan’ın mektubu şöyle:
“Bana boy boy düşler doğur, ben onları büyütürüm”
Koğuştaki masa saatinin gümüş bir sarkacı olduğu, niye başka bir metal değil de gümüş bilmiyorum, o sarkacın sağa sola her salınımında saniyelerin ve kopup gelen postal, çığlık, anahtar, kapı gıcırtısı, ağlama, kahkaha, anons, kuş ve jeneratör seslerinin o uğultuya eşlik ettiği, eder etmez de zihnimdeki uğultunun sonu gelmez bir yanılsamaya kapılıyorum zaman zaman.. Her ne kadar yanılsama olduğuna inandığımdan yanılsama olarak adlandırsam da bu hali, yalın bir gerçekliğin koynunda uyuyup uyandığımdan şüpheye düşüyorum.. Karmakarışığım.. Sanki hapishanede değil de, mahpus yattığını düşleyen, hiç tanımadığım birisinin rüyasındayım.. Onun hayâlhanesinin, düşlerevinin bana uygun gördüğü rotada, başımı eğmiş usul usul yürüyorum..
Muhayyilemin türlü türlü oyunlarla tuzakladığı her köşe başında yeniden av oluyorum.. Bazen, gökyüzünden beni seyreden bir kuşun gözbebeklerinde yaşadığıma inanıyorum.. Hürlüğü ve esareti aynı anda duyumsuyorum.. Bazen avluda, üzerine güneş dökülmüş, üzerine gece karanlığı dökülmüş saçlarıyla öyle güneş güneş, öyle gece gece duran bir kadın görüyorum.. Gözlerindeki güneş parıltısı gözlerindeki gece gizemi dalga dalga hayâllerimi dövüyor.. “Hayır, ben ‘düş’üm” diyor; “O zaman bana boy boy düşler doğur, ben onları büyütürüm” diyorum..
Hayâl ve gerçekliğin sınırlarının belirsizleştiği noktayı mesken tutmuş bir âraf insanına dönüştüm.. Hapishaneden, duruşmalara katılmak için şehre yaptığım ilk yolculukta öyle kalakalmıştım.. O kadar büyüktü ki her şey ve o kadar çoktu ki her şey; bulutlar, ağaçlar, binalar.. Sanki bir adım daha atsam, bulutlar birbirine sürtünüp yuvarlana yuvarlana çığ olup üzerime düşecek; ağaçlar köklerini zeminden söküp paytak paytak yürüyecek dallarıyla bedenimi kırbaçlayacak; binalar patır patır yollara devrilecek; güneş kül edip beni atomlarıma ayıracak; arabaların motor homurtuları kulaklarımı sağır edecek; sihirli ve kötücül bir el asfaltı ayaklarımın altından çekecek; hülâsa yer yarılacak da içine girecektim.. Tüm sıradanlığıyla akıp giden hayatın her bir unsuru ayrı ayrı tedirgin edip ürkütmüştü beni..
Burada özgürlükten yoksunum, sevgiden yoksunum, yaşamın bin türlü zevkinden yoksunum.. Bir nevî yokluklar diyarı hapishane.. Peki yoksunluk, saf mutluluğa engel midir? İnsan tutsakken, hazlardan mahrumken de mutlu olamaz mı? Belki de mutlu olmak için mutlaka varolması gerektiği ve inandığımız şeyler birer yanılsamadan ibarettir.. Sokrates, pazar yerinde mallarla dolu bir tezgâhın önünde dururken, sonunda dayanamayıp bağırmış: “İhtiyacım olmayan ne kadar çok şey var burada!.”.. Talebesi Platon, “Önemli olan hayatta ne kadar çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır” buyurmuş.. Diogenes, barınak olarak da kullandığı fıçısının önünde güneşlenirken, Büyük İskender bilge filozofu ziyarete gelmiş.. Bir isteği varsa şayet, hemen yerine getireceğini söylemiş.. Diogenes istemiş:” Bir adım yana çekil de güneşimi kesme!”.. Yoklukları yoksunluklar mutluluğa engel teşkil etmemeli.. Üç buçuk yıllık mahpusluğun ardından, geleceğe dair bir ümit ışıltısıyla, bir anne gülüşüyle, hatta bir tabak patlıcan musakkayla mutlu hissetmeyi öğreniyor insan.. Hem zaten her şeyden önce hiçbir şey yoktu..“
Emre Soncan-Silivri Hapishanesi, Kış-2020