Üniversiteyi bitirdiğim yıl tayinim Antalya’ya çıkmıştı.
Antalya her mevsim ayrı bir güzeldi. Ama onu asıl güzel kılan içindeki insanlardı.
Bir avuç fedakâr insan bir araya gelmiş Rasanet Gençlik Vakfı’nı kurmuşlardı.
Vakfın ilk meyvesi Doğu Garajı mevkiinde birkaç daireden müteşekkil bir kompleksi yurt haline getirmek olmuştu.
Nevzat Ayvacı Abi o bir avuç insanın fıtri lideri gibiydi.
Ele-avuca sığmayan bir yapısı vardı. İşe önce akrabalarını ikna ederek başlamış olmalı ki; o bir avuç insanın çoğu kendi akrabaları idi. Şimdi her biri bir gurbeti vatan kılan Libaslar, Alnıaklar, Çobanlar unutulur gibi değil.
O bir düzine yiğitler sayesinde Hizmet kısa sürede merkezden muhite yayıldı. Önce Antalya’nın ilçelerinde sonra da bütün bir bölgede öğrenci yurtları arka arkaya geldi.
Antalya hakikaten bir mektep gibiydi.
O mektebin öğrencileri de öğretmenleri de değerli idi. Ama o mektebi değerli kılan muallimlerden biri hiç şüphesiz uzun yıllar Antalya İmam-Hatip Okulu’nda idarecilik yapmış olan Hüseyin Tulpar Hoca idi.
Bütün Antalya kendisini çok seviyordu. Etrafında büyük bir saygı uyandırmıştı.
Cuma günleri Balıbey Camii’nde vaaz veriyordu.
1980’lerde arandığı yıllarda bir keresinde Antalya’ya da uğrayan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin de bulunduğu bir himmet toplantısına kardeşleri ile birlikte davet edilir.
Hüseyin Hoca’nın ve kardeşlerinin tavır ve davranışları Hocaefendi’nin dikkatini çeker.
Babalarının kim olduğunu sorar.
“Halil Efendi adında bir zat” derler.
“Ne iş yapar?”
“Sarraciye”
“Ne güzel evlatlar yetiştirmiş”
İşte bu güzel evlatlar yetiştiren Halil Efendi’nin evi, İsmet Paşa caddesindeki evimize çok yakındı. Bazen mahallelimizin mütevazi mabedi Kavaklı Mescid’de birlikte namaz kılardık.
Halil Efendi heybetli bir insandı. Sanki mahşere doğru yürüyor gibi atardı adımlarını. O yıllarda henüz daha ruhu rantiyecilere icara verilmemiş taş döşeli dar sokaklarda başını önüne eğerek yürürdü..
Gözleri güzeldi, samimiydi, manalıydı, derin bakardı.
Vakarıyla kavga ediyor sanırsınız siyah gözlerini. Bir tahsili olduğunu sanmıyorum ama
İslam’ın vakarını bir sorguç gibi taşırdı üzerinde.
Sizi çeken bir şeylerin olduğunu hemen hissederdiniz ikliminde.
Tam bir Osmanlı beyefendisiydi. Az konuşması, onurlu ve hüzünlü duruşuyla zarafet abidesiydi.
Huzur, bu insanın yüzünde her daim misafirdi. Onuru, vakarı, huzuru bir şahsiyet çizgisi haline getirmişti.
Halil Efendi, vakti zamanında İkikapılı Han’da, yemeniciler çarsısındaki arastada sarraciye işleri yapıyormuş.
Ehil olmayan saraçların diktiği hamutlar, hayvanın boynunu yara yapınca çaresiz çiftçiler Halil Usta’ya koşarmış.
“Ne olur! Tarlam sürülmeyi bekliyor, hayvanın boynu yara içinde, bahtına düştüm Halil Usta” derlermiş
Halil Usta öyle bir hamut yaparmış ki hem zavallı hayvanın boynu iyileşir, hem de çiftçi tarlasını sürermiş.
Antalya yöresinde Halil Usta’nın namı almış yürümüş.
Dua edenlerin haddi hesabı yokmuş.
İnsan,” bu günlerde hem yarayı iyileştirecek hem de tarlayı sürmeyi ekin ekmeyi aksatmayacak çiftçilere ne kadar muhtacız” demeden edemiyor.
Halil Usta, insanın emeğiyle, alın teriyle şahsiyet kazanmasının, kendi mutluluğunu başkalarını mutluluğunda bulan insanımızın en güzel, en son temsilcilerindendi.
Ara sıra mahallenin mütevazı mabedi Kavaklı Mescid’e uğrardı.
Kavaklı Mescid; alçak boylu, alçak gönüllü ve nurani bir dervişe benzeyen küçük fakat sevimli bir mabetti. Beton blokların arasında zamana direnen bu mütevazı mescidin bir de kendisi gibi fahri bir müezzini vardı:
Civan Dede…
Nasılsın dediğimizde “civan gibiyim” derdi.
Hâlâ kulaklarımızda Civan Dede’nin okuduğu ezanlar yankılanır.
O ne içten okuyuş ya Rabbi! O yaşta o sese, o nefese hayran olurduk.
Halil Efendi bir ikindi vakti yine Kavaklı Mescid’e geldi. Sırtındaki gri kalın paltosu kışın ilk soğuklarının habercisiydi.
Namaz esnasında yağmurun hızını artırdığı belli oluyordu. Yosunlu kiremitleri yumrukluyordu yağmur. Gök, bütün ordularına sefer emri vermiş gibi gürlüyordu. Bulutlar çarpışıyor, şimşekler çakıyor, zirvelere indirmeler yapılıyor, yıldırımlar parlıyordu.
Namaz bittiğinde hâlâ gök neyi var neyi yoksa boşaltıyordu. Evleri yakın olanlar bi koşuda dağılsalar da biz üç beş kişi beklemeye durduk.
Halil Efendi diz çökmüş, derin bir tefekkür içindeydi. Dünyada iğreti durduğu her halinden belli oluyordu bu insanların.
Önünde bir hale oluşturduğumuzda, derin bir uykudan uyanıyormuş gibi gözlerini açtı.
Bize bir şeyler anlatmasını istedik. Tane tane başladı konuşmaya.
“Eskiden kıraathanelerimiz vardı. Bir zaman bu kıraathanelerimizden birisinde hoş bir olay yaşanır.
Bir sabah erkenden kıraathaneye bir misafir gelir.
Kahve kokusunun duvarlara, sedirlere, masaların üstündeki çuha örtülere iyicene sindiği kıraathanede demlik buhar buhar kaynamaktadır.
Kahveci, biraz sonra sökün edecek müşterilere hazırlık telaşındadır.
Zarif bir insandır. Misafirine “size ne ikram edeyim efendim” der.
“Bir sade kahve lütfen”
Misafir tek başına kahvesini yudumlarken daimi müşteriler de tek tek dökülürler.
Misafir kahvesini içtikten sonra tabağın kenarına on para bırakır ve usulca ayrılır.
Burada herkes birbirinin aşinasıdır.
Bu olay, ne zamandan beri kahveyi on paraya çıkarmak isteyen kahveciye cesaret verirse de, duruma muttali olmasına rağmen daimi müşterilerden birisi yine kahvesini afiyetle yudumladıktan sonra tabağın kenarına beş parayı bırakır.
Kahveci, kahveyi on para yaptığını söyleyemez ama bir kağıda;
“Kahve Yemen’den gelir yolları ırak
Beş para idare etmiyor on para bırak” diye yazar ve kibar bir şekilde önüne bırakır.
İkiye katlı kâğıdı açarak okuyan müşteri, kâğıdın arkasını çevirir ve şu sözleri yazar.
‘Kahve Yemen’den gelir yolları sapa
Beş para idare etmiyorsa kahveyi kapa
On para veren gelir geçer
Beş para veren her gün içer’ mısralarını yazarak kahveciye uzatır.
Eskiden, kahvecisi de ocakçısı da, ilme irfana aşina insanlardı.” Derken huzur hüzmeleri süzülüyordu nurlu siyah gözlerinden. Türbesi ışıksız aydınlanan bir derviş nuraniyetindeydi yüzü.
Biz, kaptırmış can kulağı ile dinlerken, ”Yağmur da hafifledi ben gideyim artık” dedi.
Bir dev gibi dizleri üzeri doğruldu ve “Allaha ısmarladık” diyerek tuttu evinin yolunu. Sırtında uzun gri paltosu, başını önüne eğmiş, yine adımlarını sayarak taş döşemeli dar sokakta yürüyordu.
Sanki mahşeri adımlıyordu.
Kumluca Oteli’nin bulunduğu sokağın köşesini dönünceye kadar baktık arkasından.
Yağmur da incecikten yağıyordu.
Belki de bu bizim onu son görüşümüzdü.
“Allaha ısmarladık” deyip gitti o insanlar.