Hırs sebebiyle sömürgeci anlayış, dünyayı Kur’an’da “Allah’ın buyruklarını umursamayan şu insanların kendi tercihleri ile yaptıkları işler yüzünden karada ve denizde (bütün dünyada) fesad, bozukluk ortaya çıktı, nizam bozuldu.
Doğru yola ve isabetli tutuma dönme fırsatı vermek için, Allah, yaptıklarının bazı kötü neticelerini onlara tattırır.” (Rum Suresi, 30/41) buyurulduğu gibi, ekolojik krize, ekonomik krize, egolojik krize ve otorite krizine sürüklemekte… Hollandalı politikacının dediği gibi, “İnsanlığın pek çok krizleri var ama en önemlisi, ekolojik kriz değil; ekonomik kriz değil; sadece EGOLOJİK KRİZ!..”
Egolojik kriz çözülmeden, bunların hiçbirisi çözülmez…
İşte Prof. Dr. Colin Turner’ün Otuzuncu Söz’deki, ‘Ene Bahsi’ için “Yazılamaz!.. Çıldıracağım!” dediği hakikatlar, bunu çok güzel çözüyor!
Özetle “Ene” yani Benlik duygusu (Bir ucundan EGO da ENE’ye bağlıdır…) aslında Cenab-ı Hakkı, isimleriyle, sıfatları ile tanımak için insanlara verilmiştir. Gerçekten bu husus, Otuzuncu Söz’ün iyice mütalaa ve müzakere edilmesiyle iyice anlaşılır:
Kur’an-ı Kerim’de “Biz emaneti göklere, arza, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar, zira sorumluluğundan korktular, ama EMÂNET insan yüklendi. İnsan bu emanetin hakkını gözetmediğinden çok ZÂLİM, çok CÂHİL bulunuyor.” (Ahzâb Suresi, 33/72) deniyor.
Evet EMÂNETİN çok hususları var. Öyle ya, vatan emanet, can emanet, Kur’an emânet, evlat emanet… En mühimi ENE (Benlik) emanet… Bu öyle bir emanet ki, Hz. Âdem Aleyhisselam’dan günümüze kadar bu Benlik Duygusu, Cennetin Tûbâ ağacı ile Cehennemin Zakkum ağacının çekirdeği olarak karşımızda durmaktadır. Çünkü ENE gizli hazineler olan Cenab-ı Hakkın Güzel İsimlerinin anahtarı olduğu gibi, çözülmesi çok zor bir SIR olan, Kainatın Tılsımının anahtarıdır. ENE’nin mâhiyeti ve ne olduğu bilinirse, hem o gizli hazineler olan ESMÂ-İ HÜSNÂ açıldığı gibi o ikanat muamması da açılır.
ENE, bir ölçü birimi gibidir. Eğer Cenab-ı Hak, ENE’ye mâlik olma, sahip olma duygusunu vermeseydi Cenab-ı Hakkın zerrelerden kürrelere her şeyin Sâhibi olduğunu anlayamazdık. Eğer insana görme hissini, işitme hissini vermeseydi, Cenab-ı Hakkın BASİR ve SEMÎ isimlerini anlayamazdık. Çünkü görme ve işitmenin ne olduğunu bilmeyen, Allah’ın her şeyi görüp işittiğini nereden bilip anlayacaktı.
İşte ENE, bir ölçü birimi olduğunu idrak edip her şeyin Allah’tan olduğunu kendisinin de Cenab-ı Hakkın mülkü, memlükü ve kulu olduğunu iz’anla (yani derin kalbî kabul ile) tasdik ve kesin iman ederse, EMANETİ hakkıyla eda etmiş olur. Bu itikad ne kadar engin ve derin olursa o derece şeffaflaşır ve KÂMİL BİR İNSAN olur… Kendisine enfüsî (iç alemden) ve âfâkî (dış alemden) mâlumat gelirse, nur ve ilim olur. Gerçekten ‘Nefsini tezkiye edip temizleyen felâha erer.” (91/9) müjdesine mazhar olur. Artık, hırsından, mâlikiyet ve hâkimiyet davasından vaaz geçip “Mülk, Allah’ındır. Yeğane hâkimiyet ve Mâlikiyet O’nundur. Bütün hamdler, övgüler ve şükürler sadece ve sadece O’na mahsustur. Sonunda varacağımız yer de O’nun divanı ve huzurudur.” (64/1 ve 28/70) der. Böylece kâinatta kendisinin Cenab-ı Hakkın en büyük ve en güzel bir NAKŞI ve AHSEN-İ TAKVİM üzere yaratılmış bir sanat hârikası olduğu fark eder…
Eğer ENE, yaratılış hikmetini unutup fıtrî vazifesi olan kulluğunu terk ederse o zaman EMANETE HIYANET ETMİŞ OLUR. “Nefsini örtüp, hakikatını kapatanlar, haybet ve hasarete, zarar ve ziyana uğrarlar.” (91/10) tehdidine maruz kalır. İşte bütün şirkleri (yani Allah’a ortak koşmaları) ve şerleri ve sapkınlıkları doğuran enâniyetin şu cihetindendir ki, gökler, yer ve dağlar, dehşete kapılıp farazî bir şirkten korkmuşlar. Aslında Ene, insanlık vücudunun KALIN İPİNDEN ŞUURLU BİR TEL, insanlık mahiyetinin elbisesinden İNCE BİR İP, insanlık şahsiyetinin kitabından bir harf bir ELİF gibidir. Evet, ENE, ince bir TEL, ince bir İP ve bir harf ve ELİF iken mâhiyeti bilinmezse, örtülüp gömüldüğü toprak altında gelişip-büyür, gittikçe kalınlaşır. İnsan vücudunun her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi insan vücudunu yutar. Böyle bir insan artık bütün duyguları ile âdeta bir ENE olur. Sonra insanlık nevinin enâniyeti de buna katılarak kuvvetlenir. Şeytan gibi Allah’ın emirlerine karşı savaş açar. Nitekim BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI öncelerinde, teknik ve teknolojide gelişmeler ilerleyip uçaklar göklerde uçmaya başlayınca “İnsanlık ölüme de çare bulur! Gökleri bir kâğıt gibi deleceğiz (haşa) Tanrının yokluğunu isbat edeceğiz gibi azgınlık ve taşkınlıklar da başlamıştır…
Bu hususu değerlendiren Üstad Bediüzzaman yüz sene önce yazdığı Lemaat isimli eserinde şöyle demektedir: “Beşerin fikrî dalâleti (azgınlığı, sapkınlığı), Nemrudâne inadı, Firavunane gururu şişti zeminde, yetişti semavâta… Hem de dokundu hassas sırr-ı hilkate (Yaradılış sırrına ki, yaratılmanın sır ve hikmeti Allah kulluk idi.. Onun için:) Semâvattan indirdi. Tufan, tâun misâli, şu harbin zelzelesi; gâvura yapıştırdı semavî bir silleyi. Demek ki, şu musibet, bütün bir beşer musibetiydi. Nev’en umuma şâmil. Bir müşterek sebebi; maddiyyûnluktan (materyalizmden) gelen dalâlet fikriydi; hayvanî hürriyet, hevânın (kötü istek ve arzuların) istibdadı… Hissemizin sebebi, erkân-ı İslâmî’de (İslamın beş şartında) ihmâl ve terkimizdi. Zira Cenab-ı Hak, yirmi dört saatten bir saati istedi. Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu. Şöyle de ceza gördük. Beş senede, yirmi dört saatte daima talim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi NAMAZ kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık, keffareten beş sene ORUÇ tutturdu. Kendi verdiği malından, kırkından ya onundan birini ZEKAT istedi. Cimrilikle hem zulmettik, HARAMI karıştırdık, isteyerek vermemiştik. O da bizden aldırdı, yığılmış katmerli zekatı, haramdan da kurtardı.”
Yüz sene sonra bile olsa bu hakikatlardan alacağımız çok dersler ve ibretler var…