Başlıktaki ifadeler Hocaefendiye ait. Tam 21 yılın ardından kendisini ziyaret etme imkanı buldum. Az sayıda misafirine, tüm hastalık ve ıstıraplarına rağmen küçücük salonunda yaptığı hasbihalden iki acı söz bunlar…
“Problem tsunamileri yaşıyorum.” dedi, salondaki her bir insanın simalarına dikkatlice bakarak. Belki de derdini paylaşıp onu rahatlatacak ya da teselli kaynağı olacak bir sima aradı. Bulamamış olacak ki derin bir iç çekişin ardından “İmansız olarak ölmekten ödüm kopuyor, tam on gün bunun hafakanlarıyla boğuştum. Sonra Cenab-ı Hakk bana bakıp ‘Ulan yaramaz, hadi sen de geç!’ der ümidiyle biraz rahatladım.” dedi.
Sonra yüzünde belli belirsiz bir tebessümle “Evet, bu ümidimi hep taşıdım. Hem dört tane de dayanağım var.” dedi. Salondaki herkes simalarına yansıyan ürpertiden belliydi ki Hocaefendinin yanında kendi imanlarını sorgulamaya başlamıştı. Bir ömrü Allah korkusuyla geçirmiş böyle bir Allah dostu akıbetinden bu kadar nasıl endişe ederdi ki?
Çok geçmeden bu hali değişti, ümit tohumları saçmaya başladı. “Önce Efendimizin şefaati var, ondan çok ümitliyim.” dedi. Sonra yine salondaki simalara bakıp “Bu kutsi dairede bulunmak ikinci dayanağım.” dedi ve devam etti “Üçüncüsü ise bu arkadaşlarımın içinde bir ‘tufeyli‘ olarak bile olsa bulunmak.” deyince dinleyenler bir “Estağfirullah” çektiyse de o gayet ciddi, ağlamaktan şişmiş gözlerini kapatıp başını sağa sola sallayarak “Evet, öyle…” diye ekledi.
“Dördüncüsü…” ise derken yüzündeki tebessüm belirginleşmişti. “Cenab-ı Hakk’ın sırattan geçerken bana bakıp ‘Hadi ulan yaramaz, sen de geç bakalım!’ diyeceğinden ümitliyim.” dedi. Sonra yine derinlere bakıp “Kendimi hep bir yaramaz olarak gördüm.” dedi ve ayağa kalktı. “Yaramazlık yapmayı bırakıp hadi ikindi namazını kılalım.” diye espri yapıp tüm dünyaya açılan o küçücük salondan ayrılırken herkes çoktan kendi iç muhasebesini yapmaya başlamıştı bile…
Aynı günün akşamında Avustralya’dan kendisini ziyarete geldiğimizi öğrendiğinde hemen ülkeyi kasıp kavuran yangınlarla ilgili bilgi aldı. Her halinden çok üzüldüğü belli oluyordu. Hizmet gönüllüleri olarak bizim muhakkak elimizden gelen yardımı yapmamız gerektiğini, çoluk çocuk herkesin yağmur duasına çıkabileceğini söyledikten sonra:
“Bir zamanlar buranın yakınlarında benzer bir durum olmuş, arkadaşlar yağmur duasına çıkmışlardı. Bense günahlarımdan dolayı yağmur yağmaz diye onlara katılmadım, sadece şu camdan bakıp dua ettim. Ardından Cenab-ı Hakk o arkadaşlarımın samimiyetine binaen yağmur yağdırdı.” dedikten sonra birden irkilerek “Her şey onun lütfu, hiçbir şeyi kendimizden bilmemek lazım.” dedi.
Arkasından “Hafızamı yokluyorum ama Asr-ı Saadet’te hiç yangın hadisesi hatırlamıyorum.” dedi. Kendisine Avustralya’daki hizmet kuruluşlarının yangından etkilenenler için bağış kampanyası başlattığı söylenince de bizzat adına yazılı bir çekle kampanyaya katıldı. Bununla da yetinmeyip Avustralya hükümetine bir geçmiş olsun yazısı kaleme alıp göndereceğini de belirtti.
Sonra da “Keşke yanan alanları tekrar ağaçlandırsalar, ekosistemi koruyabilseler. İnsanlık bir türlü akıllanmadı, keşke insanı merkeze koyabilseler.” dedi.
Birkaç gün sonra bir vesileyle Ahmet Kurucan Hocayla yaptığımız bir hasbihalde aynı konu gündeme geldi. Efendimizin Medine’yi harem ilan etmesinin anlamını sorduğumda bilinen hususları anlattıktan sonra “Aslında Efendimiz Medine’yi koruma adına dünyanın ilk “National Park“ını ilan etmiştir. Medine’yi adeta bir sit alanına çevirip oradaki çevre ve ekosistemi koruma altına almıştır.
Neredeyse hiçbir bitkinin yetişmediği kıraç Mekke’den yemyeşil bir şehre gelen Arapların zamanla Medine’deki doğa örtüsü ve canlı habitatına zarar vermemeleri adına böyle bir önlem alan Efendimizin ne kadar fetanet sahibi olduğu ise ayrı bir konu.” demişti.
Dünyadaki her problemin gelip sinesine çarptığı Hocaefendi yaşanan son depremle de ne kadar sarsıldı bilemiyorum ama bir şey var ki insanoğlu şeriat-ı tekviniyeyi hafife aldığı her durumda daha çok tokatlar yiyeceğe benziyor.
Not: Hocaefendi’nin yanında geçirdiğim 3 hafta boyunca aldığım bazı notları elimden geldiğince siz okuyucularımızla paylaşmayı düşünüyorum. Bu yazı bu serinin ilkiydi. Nasipse devam edeceğim inşallah.
fsemih.yilmaz@gmail.com