Prof. Dr. Colin Turner, bir önceki anlattıklarımı, “Önce İman (Fırstly Belief), Risale-i Nur ile Modern Dünyada Tebliğ (The Risalesi Nur and Conveying the Message of İslam in the Modern World)” isimli kitapçığında şöyle anlatıyor:
“Biz Müslümanların Batıya neler sunabileceği, İngiltere’de doğup büyümüş birisi olarak bana sık sık sorulur. Buna cevap vermeden önce, kendim bir soru sormak isterim: Biz Allah’a inandığımız için mi Müslümanız, yoksa Müslüman olduğumuz için mi Allah’a inanıyoruz?
“Bu soru, on yıl kadar önce (1979’da) Rusya’nın Afganistan’ı işgalini protesto için Londra sokaklarında yapılan bir gösteri sırasında aklıma düştü. Ondan yıllarca önce resmen İslamiyete girmiştim ve bu, katıldığım ilk gösteri değildi. Afişler, pankartlar, bağırmalar tezahürat-hepsi vardı. Bunların arasında ‘Allahü Ekber ve Lâ ilâhe illallah! Diye de haykırıyorduk. Gösterinin sonuna doğru, kendisini İslam’a ilgi duyan birisi olarak tanıtan bir genç yanıma yaklaştı. ‘Affedersiniz’ dedi. Lâ ilâhe illallah ne demek? Hiç tereddüt etmeden cevap verdim: “Allah’tan başka ilah yoktur.’ Bana ‘Tercüme etmenizi istemiyorum.’ dedi. ‘Bu sözün gerçekte ne mânâya geldiğini soruyorum.’ Kendisine cevap vermekte âciz kaldığımı fark edince, bunu uzun ve şaşkın bir sükût takip etti.
“Hiç şüphesiz şöyle düşünüyorsunuz: ‘Bu ne biçim bir Müslüman ki, Lâ ilâhe illallah’ın mânasını bilmiyor?’ Cevap vereyim: ‘Tipik bir Müslüman.’
“O akşam cehaletim üzerinde uzun uzun düşündüm. Bu cehaletimi çoğunlukla paylaşmak hiçbir fayda vermiyordu. Tam tersine, sıkıntımı daha da artırmıştı.
“Öyleyse nasıl Müslüman oldum? Nasreddin Hocanın hikayesini duymuşsunuzdur. Bir arkadaşı bir gün kendisine uğradığında, Hocayı, koca bir sepet kırmızı biberin önünde otururken bulur. Bakar ki, gözleri kızarmış ve şişmiş, ağzından kanlar akıyor, gözü yaşlar içinde… Ama biberleri yemekten de bir türlü vazgeçmiyor. Sorar: ‘Niye kendine eziyet ediyorsun, Hoca?’ Yeni bir biberi eline alıp ısıran Hoca, ‘Çünkü’, der ‘sepetin içinde tatlı biber arıyorum.’
“Ben de aynı durumdaydım. Fazladan bir şey, hayatı yaşanmaya değer kılacak bir şey istiyordum. Hiçbir ideoloji veya alternatif hayat tarzı, bu ihtiyacı karşılayamıyordu. O ele avuca gelmez ‘bir şey’ ise, her seferinde köşeyi dönünce beliriverecekmiş gibi görünüyor, fakat hiçbir zaman ortaya çıkmıyordu. Nihayet İngiltere’den ayrılarak Ortadoğu’ya doğru yola çıktım. Bu şuurlu bir tercih değildi; fakat TATLI KIRMIZI BİBERİ orada buldum.
“İslam, başka hiçbir şeye benzemez şekilde, bir mânâ ifade ediyordu. Devlet idaresi için kanunları vardı, ekonomik bir sistemi vardı, günlük hayatın her yönünü içine alan kâideleri vardı. Hukukta eşitlik getiriyordu, bütün ırklara birden hitap ediyordu, açıktı ve anlaşılması. Ha bir de Allah’ı vardı. O zamana kadar kendisine belli belirsiz inandığım tek bir Allah. Hepsi o kadar. “Lâ ilahe illallah’ dedim ve bu topluluğun bir parçası oldum. Hayatımda ilk defa bir mensubiyet hissini tadıyordum.
“Mühtediler, yeni dinleri hakkında, az zamanda çok şey öğrenebilmek için pek heveslidirler. İhtidamı takip eden birkaç yıl içinde benim de kütüphanem sür’atle genişledi. O kadar çok öğrenilecek şey ve öğretmeye hazır o kadar çok kitap vardı ki, İslam tarihi üzerine, İslamın ekonomik sistemi üzerine, İslamda devlet mefhumu üzerine kitaplar, İslâm hukukuna dâir sayısız broşürler ve hepsinin de ötesinde, İslâm ve devrim üzerine yazılan, Müslümanların ayaklanarak İslâmi idareler kurmaları gerektiğini anlatan kitaplar… 1979 başlarında İngiltere’ye üniversitedeki derslerim için döndüğümde, İslamı Batıya tanıtmak için hazırdım!
“Lâ ilâhe illallah’ın mânâsını öğrenmek için, bu kitaplara başvurdum. Yine hayal kırıklığına uğradım. Bu kitaplar İslam’dan bahsediyordu, fakat Allah’tan bahsetmiyordu. Hayalinize hangi konu gelirse hepsi bu kitaplarda vardı; ama asıl mühim olan konu yoktu. Üniversite camiindeki imama durumu anlattım. O da bir mâzeret beyan ederek döndü, gitti. Derken, imamla konuşmamı duyan bir kardeş yanıma gelerek, ‘Bende Lâ ilahe illallah tefsiri var.’ dedi. ‘İstersen beraber okuyabiliriz.’ Bu tefsirin en fazla on veya yirmi sayfa olabileceğini düşünüyordum. Meğer beş bin sayfanın üzerindeymiş! Tahmin ettiğimiz gibi bu eserler, Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatıydı.
‘Önceleri Risale-i Nur’u TASAVVUF sandım ve mühimsemedim. O kardeşim ise, bu hareketimin dar bir kafanın tepkisi olduğuna işaret etti. Eski kitaplarımın koltuk değnekliği olmadıkça, kendimi câhil ve kaybolmuş hissediyordum. Halbuki, bu eserler (R. Nurlar) tamamıyla yeni bir LİSAN, yeni bir BAKIŞ demekti. (Türk) kardeşim, rahatsızlığımı sezdi. ‘Merak etme’ dedi. ‘Daha önce okuduğun kitaplarda hepsinin yeri var. Onlar cilt gibidir. Fakat bu (Âyetü’l-Kübra’nın bir bölümü olan) Meyve’nin kendisidir.’ Böylece okumaya başladık.
-Bu defa Bismillah yani Allah’ın adıyla… Derken her şey yavaş yavaş yerine oturmaya başladı…
“Bu yüzdendir ki, ‘Risale-i Nur’u tanımadan önce Müslüman, fakat mümin değildim’ diyebilirim. Çünkü o zaman iman diye kabul ettiğim şey gerçekte inkâr etmenin imkânsızlığından başka bir şey değildi. Her ne kadar bana İslamı tanıtan Bediüzzaman değil idiyse de – ki bunu herkes yapabilirdi – o beni İMAN ile tanıştırdı. TAKLİT ile değil, TAHKİK yoluyla elde edilen bir İMAN…”
Bize düşen, ilim ve fennin hâkim olduğu bu çağda Risaleleri dünyaya tanıtmaktır…