Ahmet Burhan hasta.
Çocuk yaşta acıların ve amansız hastalığın kıskacında.
Babası tutuklu, cezaevinde, dört duvar arasında.
Anne Zekiye Ataç’ın acısı ise katmerli.
Gözlerinin önünde eriyen minik yavrusu…
Şifa ümidinin belirdiği Almanya’ya gidemiyor, yurtdışı çıkış yasağı var, pasaportu tahditli.
Ahmet Burhan bir yandan elim hastalığıyla mücadele etmeye çalışırken, öbür yandan büyük dramın parçası olarak olan biteni anlamaya çalışıyor.
Baba tutuklu,
Anne çaresiz.
Böylesi zamanlarda, güvenle sırtını dayayacağı iki dağdan mahrum Ahmet Burhan.
HASTA ÇOCUK, TUTUKLU BABA VE ÇARESİZ ANNE!
Büyük bir duyarsızlığın ve sağırlığın ortasında bir evlat ve bir anne.
Dar bir koğuşa kıstırılmış baba zaten çaresiz.
Adalet, paslı kilitlerle kapalı kapılar ardında adeta.
Son üç-dört yıldır yaşanan bir facianın özeti sanki bu aile.
Ahmet Burhan, annesi, babası bir kitlenin maruz kaldığı kıyımı anlatıyorlar bizlere.
Bu masum kitle ne yaşadı, nelere maruz kaldı şöyle kısaca bir anlat dense, herhalde anlatılan bu ailenin yaşadıkları olur.
Ne var bu dramda: Özgürlüğü elinden alınmış bir baba, eşinden ayrı, hukuk mücadelesi veren bir anne, hasta bir çocuk.
Çocuk amansız bir hastalığın kıskacında, daha iyi tedavi imkânları için ülkesinden ayrılması gerekiyor.
Ama anne kendisiyle beraber hareket edemiyor.
Diğer yandan, sağır kesilmiş sözümona yönetici cenahı kalpsiz, yığınlarla halk kitleleri ise; dilsiz ve tepkisiz.
Devlet diye şöyle böyle bir şablona oturtacağınız bir ülkede bile, tüm ülke ayağa kalkar, yer yerinden oynardı.
Böylesi yarım yamalak bir yerde bile bu çocuğun hayatta kalması için tüm imkânlar seferber edilirdi.
Fakat güya dünün mağdurları, mağdurluktan iktidar devşirmişleri; körleri, sağırları oynuyorlar.
Hani bir zamanlar Minyeli Abdullah’la sembolleşen mağdurlar, gözyaşı döken, mağduriyetlerini yedi düvele anlatanlar…
O günlerde her biri birer Minyeli’ydi.
MİNYELİ OLUP ROL KESEN ZULÜM KAHRAMANLARI:
Ne mi olmuştu, neler anlatmıştı Minyeli bizlere?
İsterseniz filmi hatırlayalım:
Hekimoğlu İsmail’in aynı isimli eserinden uyarlanan sinema filmi.
CHP eski Milletvekili sanatçı Berhan Şimşek hakkını vererek başrolde oynamıştı.
Şimşek, bir televizyon programında, günümüzün şımarık iktidarın bir temsilcisine, başrolde oynadığı filminin Türkiye’de gerçeğe dönüştüğünü yüzüne çarpmıştı.
İlginç bir tevafuk, Minyeli ismini taşıyan sınıf arkadaşım Abdullah’la Emek Sineması’nda izlemiş, gözyaşı dökmüştük.
Ne acı ki, o dönemde Minyeli olup rol kesenler, şimdilerde yaşanan baskının ve zulmün kahramanları.
Türkiye’de yaşanan insanlık dışı uygulamalardan, dizboyu mağduriyetler Minyeli’yi bir kez daha izlemeye itti beni.
Herkesin farklı bir bakışla yeniden izlemesini isterim.
Mağdurken zalim olmamalı çünkü Minyeli’ysen öyle kalmalısın, başkalarına Minyeli’nin yaşadığı hayatı yaşattığın vakit, kusura bakma sen artık o masum değilsin.
Filme dönecek olursak: Filmdeki Abdullah, Mısır Minye’de doğar.
Küçük yaşta babasını kaybeder.
Annesi zor şartlarda okutarak, memur olmasını sağlar.
Ortaokulda son sınıftayken tarih öğretmeniyle kavga eden Minyeli, okulu yarıda bırakıp Kahire’ye gider.
Ortaokul ve liseyi dışarıdan bitirip su işlerinde memur olur.
Sonra evlenir.
Bu dönemlerde arkadaşlarıyla birlikte ev sohbetleri düzenlerler.
Bu sohbetlerin birinde evlerine bir baskın olur ve Abdullah tutuklanır.
Yaklaşık bir sene cezaevinde kalır.
Hakkında idam kararı çıkartılır ama kralın devrilmesiyle serbest kalır.
Sohbet, baskın, derdest edilmeler, hukuksuzluk sonrası zindan hayatı,
masum fiiller, lakin yanı sıra ”böyle şaka mı olur?” denebilecek
çifte müebbet cezalar…
Filmin Mısır’ını 2020’lerin Türkiye’sine taşıyın, sonra iki resim arasındaki farkları bulmaya çalışın.
Hayır, fark bulamayacaksınız.
Türkiye’de bugünlerde yaşananlar, o gün yaşananlardan gram farklı değil.
Eserin yazarı Hekimoğlu İsmail’i 1991 yılında Eskişehir’de ağırlamıştık.
Üniversite yıllarımızdı. “Müslüman ve Para” konulu konferans için gelmişti.
Hiç unutamıyorum, o konferansındaki konuşmalarını.
ROMANIN, YAZILMA AŞAMASINDA YAŞANANLAR
Konferanstan sonra yaptığım röportajda Hekimoğlu İsmail, Minyeli eserini yazma aşamasında çektiği sancıyı şöyle ifade etmişti:
“Ümraniye’nin çöplüğüne gittim.
Çöplüğü dolaştım. Bir yüzü kullanılmış kâğıtları topladım.
Gizli yazıyordum bu romanı o dönemde.
Ailemden bile gizliyordum.
Hanım ve çocuklar uyuyunca, ben kalkıp yazıyordum.
Evvela yazılarımı saklayacak yerlerde hazırlardım.
Mesela helada su rezervinin kapağının altı.
Sonra buzdolabının yan kapağının vidalarını söküyor ve motorun oraya yazıları yerleştirip vidaları yine takıyorum.
Bir de bahçedeki kuyuya iple sarkıtıyordum.”
İşte o zifiri karanlık günlerin dile geldiği böylesi kitapların temelinde bir ızdırap vardı.
Meydana gelen etki de bu samimi ızdırabın bir sonucudur muhakkak.
Yıl 1967.
Sıkıntılı günler…
Cehaletin koyu karanlığı içerisinde; kitap okuyanlara, hayatı anlamak, inandığı gibi yaşamak isteyenlere tahammül yok!
Minyeli kitaplaştı.
Sıkıntıları dile getirdi ve milyonların duygularına tercüman oldu.
Yıl 1987…
Minyeli Abdullah yasaklandı.
Yazarı yargılandı.
Cezaevine girdi Hekimoğlu İsmail.
Bir yıl sonra beraat etti.
Ona olan ilgi, yıldan yıla katlanarak arttı.
Ülkemizde en çok baskı yapan, en çok okunan ‘klasiklerinden’ oldu.
Filmi yapıldı, gişe rekorları kırdı.
SADECE YÜZ VE ADRESLER DEĞİŞTİ
O günlerden bugüne nice on yıllar geçti ama zalim de zulüm de bitmedi.
Sadece yüz ve adres değiştirdi.
Çobanyıldızı, sabahın yaklaştığını gösterir.
Güneş yüzünü gösterecektir ama o yıldız yüz görümünün öncüsüdür.
Dertler, sıkıntılar, ıstıraplar, hayatın acı gerçekleridir.
Dünyanın harap ettiği ruhumuz, çile merhemiyle tedavi görüyor.
Minyeli Abdullah hiç kuşkusuz masumdu, uzun yolların adamıydı.
Abdaldı, bedeller ödemeye gelmişti.
Yolu uzaktı, menzili çoktu, bunu biliyordu.
Minyeli derdini de seviyordu.
Derdini severken, Hekimoğlu oluyor ve şunları söylüyordu:
” Bahçenin suyunu kestiler, çiçekler soldu, meyveler döküldü ve yapraklar sarardı, dünya dikenlere kaldı.
Kapının önüne gül diktim, sarmaşık ektim, gelip geçenlerin içi açılsın diye, insanlar gülleri kopardı.
Hayvanlar sarmaşıkları yedi, geriye yine dikenler kaldı.
Mahsul bol mu, boldu, bir gün, bir sam yeli esti, yapraklar sapsarı oldu, meyveler buruştu, dikenler bayram ediyordu.
Yeşil yaprakların hepsi gitti, geriye sadece dikenler kalmıştı.
Yeşile düşman olanlar, dikenlere dost olmuştu.
Yemyeşil kültürümüzü sam yeli aldı, son kalanları da kuzey rüzgârları dondurdu, dünya dikenlere kalmıştı.
Anladım ki “Derdimi sevmek”le işe başlamalıyım.
Birdenbire iç dünyamı bir çığlık dolaştı: ‘Çilesini çekmediğin şey senin değildir!’ dedi.”
Kahire’yi Minyeli için yaşanmaz kılanların karanlık ruhu bugün Anadolu’yu adım adım dolaşıyor, şu son bilgiye bakar mısınız?
İzmir Sakran Cezaevinde tutuklu ve hamile 31 yaşındaki Elif Tuğrul, bugün doğum yaptı.
Elif Hanım dört aydır tutukluydu. Genç anne şu an yoğun bakımda, kapısında 10 jandarma.
Herhalde anne, gözlerini açar açmaz bebeğiyle alınıp, demir parmaklıkların ardına gönderilecek.
Bu zulmü reva görenler, Minyeli’yi bile şaşırtırlardı.
Minyeli, “Yahu insanlara eziyetin böylesi de olur mu?
Kadına, çocuğa dokunulur mu?” der hayretten hayrete salınırdı.
Hekimoğlu’nun enfes dillendirdiği gibi; bundan yıllar önce çile çeken, bu uğurda ruhunun ufkuna yürüyen Seyyid Kutup’a özür diletmeye çalışan Cemal Abdülnasırla, günümüzdekilerin akla hayale gelmedik baskı, baskın ve zulüm yaşatan ikiyüzlüler arasında ne farkı var ki? e.cansever@yepyeni.zamanaustralia.com.au