Mescitte herkes yerini almış, bekleyiş başlamıştı. Uzun bir aradan sonra ilk kez sabah dersine çıkacaktı. Nerdeyse 40 yıldır devam eden ders halkası hasretle sahibini bekliyordu.
Tüm talebeleri diz üstü çökmüş kitaplarını hazırlarken yanında bazı arkadaşlarıyla birlikte kapıda göründü.Asırlık çınar ağaçlarının rüzgarda hafif hafif heybetle salınışı gibi o da biraz sallanarak ve zar zor yürüyerek salona girdi. Bir an sendeleyip düşecek gibi olunca hemen yanındaki ve arkasındaki iki talebesi kendisini tuttular.
Kısa bir duraklamadan sonra yürüyüşüne devam etti. Yürürken gözleriyle tek tek talebelerini ve misafirleri süzdü, gözü bir ara bir talebesinin elindeki oldukça kalın, siyah ciltli bir kitaba takıldı. Merakla kitabın ne olduğunu sordu.
Tek cilt haline getirilmiş Kütüb-i Sitte olduğu söylenince tebessümle “Kitaplar okuyanı korkutmamalı, gördüğü zaman ben bunu bir günde bitiririm dedirtmeli. Bu gidişle bunları kütüb-i seb’a, kütüb-i tis’a falan da yaparlar.” diyerek herkesi tebessüm ettirdi.
Yavaş adımlarla ve sık sık dinlenerek gidip yerine oturduğunda duayla ders başladı. Duanın ardından “Allah toplu yapılan müzakere ve okumalara bereket ihsan eder.” diyerek bereketli olması için dua etti.
İşaret-ül İcaz’dan yapılan okumanın ardından hadis dersine geçildi. Ebu Davut okunuyordu. “Kadınları mescitlerden men etmeyiniz, bununla birlikte namazlarını evlerinde kılmaları daha hayırlıdır.” ve “Ancak onlar süslenmemiş ve koku sürünmemiş olarak camiye gelsinler.” hadisleri okundu.
Hadisi nakleden tüm ravilerin tek tek önemli vasıfları, kaç hadis rivayet ettikleri, doğum ve ölüm tarihleri hakkında kısa bilgiler talebeleri tarafından okunduktan sonra biraz da iç çekerek söze başladı.
“Ne yazık ki camilerimiz Emevilerden Osmanlılara kadar kadınların ihtiyaçları da gözetilerek dizayn edilememiştir. Keşke onlara ait hususiyetler de düşünülerek bu işler yapılsaydı. Olur da bir gün devran dönerse taife-yi nisayı düşünüp bunlar tekrar yapılmalı. Çünkü kadın-erkek birbirimizden alıp paylaşacağımız pek çok güzellikler mevcut. “dedi.
“Vakit, cuma ve bayram namazlarına da kadınlar rahatlıkla gelebilmeli, onlar için cami içinde özel mekanlar ayrılmalı, erkek cemaat ‘Sadece biz kılacağız.’ deyip işleri karıştırmamalı.” diye devam etti.
Daha sonra dersin son parçası olan tefsir bölümüne geçildi. Bakara Suresi’nin 111-113 arası ayetleri okunup farklı tefsirlerden yorumlar dinlendi. Bu arada benim en çok dikkatimi çeken husus ise ayetlerin mealini okuyan Osman Şimşek Hoca’nın ısrarla “Bakara” ifadesini kullanırken bunu hep yanında farklı terkiplerle ifade etmesi oldu.
“İçinde bakara kelimesi geçen sure”, Bakara kelimesinin zikredildiği sure”, “2. sure” veya “Bu surede…” gibi ifadeler kullanmasının elbette “Bakara” kelimesinin “inek” anlamına gelmesinden kaynaklandığını anlamıştım ama surenin bilinen ismi buydu, o yüzden niye ısrarla böyle denmediğini birkaç akşam sonra bizi evinde misafir eden Osman Hoca’ya sordum.
Osman Hoca biraz da tebessümle mevzuyu açıklarken Hocaefendi’nin edebe çok dikkat ettiğini, ders sırasında su-i edep sayılabilecek böyle sözlerin kullanılmasına asla müsade etmediğini hatta bir gün peygamber ifadeleri geçen bir tefsir okunurken Hz. ifadesini kullanmayıp kitapta yazıldığı gibi “Musa” diyen bir talebesine ciddi bir şekilde ikazda bulunup “Hz. Musa senin arkadaşın mı ki Musa diyorsun?” dediğini nakletti.
Ders bitmiş, Hocaefendi yavaşça yerinden doğrulup yine geldiği kapıya doğru küçük adımlarla yürümeye başlamıştı. Kapıdan çıkmadan ziyaretine gelmiş eski arkadaşlarından biriyle selamlaşıp bir iki kelam ettikten sonra ağır ağır odasına doğru yürüyerek gözden kayboldu.
fsemih.yilmaz@gmail.com