Tutuklu eski Ankara Temsilcisi Mustafa Ünal, Silivri Cezaevi’nden yazdı: Ülkem, zavallı gözleri nemli memleketim ileriye doğru gideceğine geriye doğru yüzüyor. Ama geçici bir hal bu. Yoksa tarih özgürlüklere ve demokrasiye doğru akıyor.
KHK ile kapatılan Zaman Gazetesi’nin eski Ankara Temsilcisi Mustafa Ünal, tutulduğu Silivri Cezaevi’nde başladığı “Doğmamış torunuma mektuplar…” başlıklı yazılarına devam ediyor. 31 Ocak 2020 Cuma kaleme aldığı mektubunda Ünal, yazar Ahmet Altan’la aynı avluda yaptıkları sporu anlatıyor, “Bu avluda haftada 4-5 kez oynadığımız top oyununu sonra anlatacağım sana. Zemin öylesine sert, oyun öylesine hareketli ki en sağlam ayakkabılar 4 ay dayanıyor.” diyerek cezaevi atmosferini en ince detaylarına kadar tasvir ediyor.
İşte oğlu Enes Ünal’ın sosyal medya hesabında paylaştığı Mustafa Ünal’ın mektubu:
[Doğmamış torunuma mektuplar…]
Sevgili Can torunum!
Tarihin mazi derelerinden, dudaklarımı uzatarak gözlerinden, yanaklarından öperim. Sana bu satırları Ocak ayının son günü gecenin yarısına doğru Silivri hapishanesinden yazıyorum. Kapılar üzerime kapanalı saatler oldu. Gün batarken memurlar, büyük gürültüyle demir kapıları kilitleyip, arkadan süngülüyorlar. Küçücük avlu duvarların ardında kalıyor. Bu minik avlu dışarıya açılan tek mekanımız. Derin bir kuyuyu andırıyor. Yüksek duvarlarla örülü dört tarafı. Gözlerimin gördüğü en uzun mesafe 15-20 metre var-yok… Ufku yitireli yıllar oldu. Ne güneşin doğuşuna ne de batışına tanık olabiliyorum. Yaz aylarında güneş ışınları birkaç saatliğine ancak düşüyor avluya. Akşamın olduğunu, günün ortasını ve ikindiye evrildiğini güneşe bakarak değil saatle anlayabiliyorum. Zaman kavramı güneşle anlam kazanır. Burada güneş yok, saat var. “Hapishaneye güneş doğmuyor” diyen şair haklı. Her kan tahlilinde rakamlara yansıyan D vitamini eksikliğinin sebebi bu.
İlk geldiğimde avlunun üzeri açıktı. Bir avuç da olsa gökyüzünü görmek mümkündü. Bu tabir Çetin Altan’a ait. Büyük yazar. Ben oğullarıyla birlikte kaldım. Mehmet Altan karşı hücredeydi. Sık sık selamlaşırdık. Gür sesiyle ‘’Hayat senden korkmuyorum’’ diye bağırır, moral verirdi. Tahliye oldu. Abisi Ahmet Altan içeride kaldı. Onunla aynı koridordayız. Bir kaç koğuş ötede. Cuma sabahları birlikte spora çıkıyoruz. Romanına yoğunlaştığı için sporu aksatıyor. Kış aylarında hava şartları her zaman uygun olmuyor. Küçük bir halı sahaya gidiyoruz, üstü açık. Yağıştan koruyacak bir saçak altı yok. Spor ve Ahmet Altan’ı daha sonra ayrıca anlatacağım sana. Onun şu cümlesini unutma: ‘’Dışarıda haksızlığın suç ortağı olmaktansa içeride, hapiste haksızlığın kurbanı olmayı yeğlerim’’. İşte Ahmet Altan bu. Bu cümlesi, bu asil duruşu dünya durdukça hatırlanacak. Bir sabah kalktık ki çatıda adamlar dolaşıyor. Bir baktık avlunun üzerindeki bir avuçluk açıklık demir tellerle kapatılıyor. Tam bir kafes. Bir avuç gökyüzünü de çok gördüler. Kendimi kafese tıkılmış ve zincire vurulmuş bir aslan gibi hissettim. Madem zincire vurdunuz, kafese ne gerek var? Kafese koydunuz ayrıca niye zincirliyorsunuz? Çifte hapis… Hapis içine hapis… Maksat zulüm olsun.
Şair Ülkü Tamer ‘’İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür’’ der Sevgili torunum bizim hapishanede içimize çekebileceğimiz, temiz, berrak, mavi gökyüzümüz bile yok. Bir avuç gök penceresi tellerle kaplı… Hayatı cezaevlerinde geçmiş Sebahattin Ali, meşhur bir şarkıya dönüşen bir şiirinde: ‘’Görmek istersen denizi – Yukarı çevir düzü – Deniz gibidir gökyüzü…’’ der. Benim gökyüzüm deniz gibi değil, tellerle perdelenmiş durumda. Ülkem, zavallı gözleri nemli memleketim ileriye doğru gideceğine geriye doğru yüzüyor. Ama geçici bir hal bu. Yoksa tarih özgürlüklere ve demokrasiye doğru akıyor. Ve bu akışın önünde set çekilemez. Arizi, inkıtalar olabilir ancak, bugün olduğu gibi. Endişeye, ümitsizliğe mahal yok: Tarih durdurulamaz. Nokta.
Konuyu dağıttım yine… O küçük avlu var ya bir kuyu gibi, bir şişe görünen, altı beton, duvarları beton, üstü kafesli bu yer, bizim nefes alanımız. Kapı gündüz açılıyor ve 3 kişi avluda yürüyebiliyoruz, spor yapabiliyoruz. Bütün dünyamız bu küçük mekan. İlk mektupta sana ‘’Bir şişenin içinde vızıldayıp duran 3 kişiyiz’’ diye yazmamın sebebi bu. Sana fiziki durumu anlatabiliyorum. Bir de meselenin metafiziği var. Ehline malumdur, na-ehline meçhul…
Tamam toparlıyorum. Bu avluda haftada 4-5 kez oynadığımız top oyununu sonra anlatacağım sana. Zemin öylesine sert, oyun öylesine hareketli ki en sağlam ayakkabılar 4 ay dayanıyor. Altı eriyor, ayak parmakları dışarı çıkacak kadar büyük delikler açılıyor. Kaç pabuç bıraktım avluda… Bir bilsen…
Can torunum!
Günleri, yıllar çabuk geçer. Sorun değil. Burada önemli olan ruh, beden ve akıl sağlığını korumak. İlk günden beri yaptığım bu. Bütün okumalarım, günü programlamam sağlığımı zinde tutmak için. Hapiste en çabuk bozulan ruh ve akıl sağlığı. Çünkü her şey fıtratın tersine. İnsan doğasına aykırı ne varsa muhatap oluyoruz. Yeri geliyor gencecik insanlar tarafından zevkle aşağılanıyoruz. İnsan olmaktan kaynaklanan özelliklerimize, hareketlerimize gem vuruluyor. Ayrıntılı örneklerini yeri geldikçe anlatırım.
Evet, bir şişenin içinde uçuşan 3 arı gibiyiz. Ama her zaman değil. Bazen… Çok kere de bu daracık hücremiz Kehf Ashabının ruha ve akla inşirah veren mağarasına dönüşüyor. Üzerimize sekene yağmurları dökülüyor. Ve hücre bir saraya dönüşüyor. Kendimi Ashab-ı Kehfin bir ferdi gibi hissediyorum. 7 kişinin sekizincisi oluyorum. Ve kanatlanıp uçuyorum… Devir devir, diyar diyar dolanıyorum.
Mustafa Ünal
31 Ocak 2020
Silivri