Gece sırtını sabaha dayadığı demlerde balkona çıkıyorum. Gecenin zülüflerine yağan yağmur parkın ölgün ışıklarını ve çimleri ıslatıyor.
Dışarısı çok soğuk. Kış giderayak dişini gösteriyor. Böyle gecelerde anam, “Karda kışta kalanları sen koru Ya Rabbi!” derdi.
Gurbette bütün mevsimler kış…
Gurbet güneşleri ısıtmıyor insanı. Dağdan dağa birbirine seslenen insanlar gibi bazen gurbetteki eski dostlarla hasbihal ediyoruz.
En çok da Antalya kahramanları ile konuşuyoruz.
Gurbette olsa hayat akıp gidiyor işte…
Doğumlar, ölümler, evlilikler, hastalıklar…
Geçtiğimiz günlerde Nevzat Abi aradı.
“Hüseyin Tulpar Hoca ameliyat olmuş ”dedi.
Pek çokları onu tanımaz.
O gündüzün kendisini gizlemesini bilen gece yıldızları gibidir.
Gurbette bir hastane odasından görüştüm onunla.
Yatakta boylu boyunca yatıyordu.
Çok zayıflamıştı. Nurani simasına binlerce kırışık, her biri bir kederin izi gibi yerleşmişti.
Nedendir bilmiyorum.
Onu ne zaman görsem ne zaman hatırlasam hatırıma hep Hazreti Ebu Bekir (r.a) gelir.
Boyu posu, endamı, siması, en tatlı ezgileri andıran sesindeki samimiyeti, oturuşu, duruşu, mahşere yürüyor hissi veren adımları, karanlık bir ormanın derinliklerinden bakıyor gibi güzel gözleri, bedii zevkleri, vakarı, ciddiyeti, cömertliği, helal-haramda kılı kırk yarışı, mütevazılığı, saygısı, şefkati, sadakati, ıstırabı, ilmi, irfanı, namazdaki ciddiyeti…
Gülü, nergisi, lotusu, zambağı, yeşilin her rengi ile serapa güzellikler diyarı bir bahçe.
Onca zaferler kazanmış mütevazı bir komutan gibi bu kadar nişanı nasıl taşır omuzlarında.
Hazreti Ebu Bekir gibi varlıklı ve vefalı bir insan olarak hatırlıyorum onu hep.
Antalya’da bulunduğum yıllarda tam bir infak kahramanı idi. Tek başına bir milletti.
1981’de Rasanet Gençlik Vakfı’nın başkanlığını üstlenmişti.
Onunla birlikte hizmet büyük bir ivme kazandı.
Allah büyük bereketler lütfetti.
2015’te polisler vakıf binasını bastıklarındaki kükreyişini dinlemiştim;
“Biz bu vakfı kurarken iki elin parmağını geçmeyecek kadar insan vardık. Yavrularımızı sokaktan kurtarıp yüksek ahlaki değerler içeren bir eğitim sistemi için eğittik. Perişan, rastgele bir hayat yaşayan yavrular önce kendilerini kazandı, sonra da aileler…”
Onun gibi gurbetlerde olan Antalya kahramanlarından Hasan Libas bir hatırasını anlatıyor…
“Elmalı’ya doğru gidiyorduk. Hava çok sıcaktı. Arabanın kliması yoktu. Kasetten Hocaefendi’nin vaazını dinliyorduk.
Bir ara Hüseyin Hoca,”off, çok sıcak oldu” der demez, Hocaefendi, “cehennem ateşi daha yakıcıdır” ayetini okudu. Hüseyin Hoca ‘tevbe bir daha söylemem’ dedi.”
Hiç araba kullandığını görmedim. Büyük bir servetin sahibi idi.
Özel şoförü olabilirdi.
Ama o bisiklete binerdi.
Onu hep bisikletin üzerinde Antalya sokaklarında giderken hayal ederim.
On yıl sonra Antalya’dan ayrılırken üzerinde yine ilk karşılaştığımda gördüğüm gri elbisesi vardı.
Himmet, burs ve muavenet gibi konularda herkesten öndeydi.
Ama ucuz olsun diye Sümerbank’tan giyinirdi.
İsrafı hiç sevmezdi.
Bir gün dış tarafı biraz düzgün gibi görünse de içi orasından burasından delinmiş atkısını göstermişti bana.
Antalya İmam-Hatip Okulu’nda müdürlük yaptığı yıllarda, “ayakkabıya ihtiyacı olan öğrenciler” listesinde kızının da olduğunu fark etmesi onun için sürpriz değildi.
Benim Doğu’da olduğum günlerin birinde İsmet Paşa caddesinde o yıllarda ilkokula giden çocuklarımla karşılaşır.
“Nereye gidiyorsunuz böyle?”
“Ayakkabılarımız delindi onları tamir ettireceğiz”
Ellerinden tutar, onları ayakkabıcıya götürür.
Hem yeni birer çift ayakkabı alır, hem de ayakkabılarını tamir ettirir.
Şimdi seksenini aşkın bu insan gurbette bir hastane odasında.
Ülkesinden çok uzaklarda.
Bir ömür boyu bisikleti ile dolaştığı Antalya sokaklarına hasret yaşıyor.
Her şeyi ile Hazreti Ebu Bekir’i andıran bu insana acaba bir Allah kulu önüne geçip, “Hocam senin gibi bir insan bu şehirde kalmalı, bu şehrin size ihtiyacı var” demedi mi acaba.
Hazreti Ebu Bekir’e Mekke kâfirlerinden biri demişti.
Ardı arkası kesilmeyen horlanmalar, hakaretler, işkenceler, inanan insanları canından bezdirmişti. Bu topraklarda daha fazla kalırlarsa ya imanlarından, ya da canlarından olacaklardı.
Mekke’nin ateş yurdu olduğu bir gün Kutlu Nebi sahabilerine seslendi;
“Siz isterseniz yeryüzüne dağılın, Allah elbette sizleri bir araya getirecektir.”
Gidiyorlardı işte. Doğup büyüdükleri şehre veda ediyorlardı.
Takvimler miladi 615 yılını gösteriyordu.
Seher vakti, İslam’ın ilk muhacirleri için sefer zamanıydı.
Şehir derin uykudaydı.
Derken, kerpiç evlerin kapıları bir bir açıldı.
İlk, Hazreti Osman çıktı evinden. Yanında hanımı, Peygamberimizin rikkatli ve zarif kızı Rukiye de vardı. Her ikisi de yağmur yüklü bulutlar gibiydi.
Alacakaranlık saklıyordu yüzlerini.
Hazreti Hatice annemizin gözyaşları sel olup aktı. İncelerden ince kızına sarıldı, gözlerinin içine bakıp bakıp ağladı. Zeynep, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma da sarılıp ağladılar.
Bu, bir baba olarak Güllerin Efendisi için zor bir durumdu. Sadece iman ettikleri için başta kendi kızı ve damadı olmak üzere, onca insanın doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalması hazindi.
Fakat bu cebrî hicretin arkasında çok büyük lütuf ve ihsanlar barındırdığını görüyor, müminlerin birer tohum gibi yeryüzünün bağrına saçılmalarını ve güneşin doğup battığı her yere İslam’ın nurunu taşımalarını arzu ediyordu. Sahabileri O’nun nazarında insanlığa rehberlik edecek birer yıldızdı. Her biri kendi mizacına göre ayrı ayrı terbiye ediliyor, kendi kemaline sevk ediliyordu.
Kızının alnından öpen Allah Resulü bu yolculuğu ailesiyle başlatıyor, damadına ve kızına birer mefkûre muhaciri olarak bakıyordu.
“Ya Rabbi sen onların her ikisine de yardımcı ol!” diye dua etti.
Hazreti Rukiye sanki yeni gelin olmuş gibi gidiyordu.
Müminler görüyorlardı ki, Güllerin Efendisi şayet bir tehlike varsa ortaya canını, canparesini koyuyordu.
Evlerdeki kandiller bir bir söndü, kapılar kapandı. Muhacirlerin bazıları anahtarlarını kapıların duvarın kovuğuna sakladı, bazıları yanlarına aldılar. Bazıları da güvendikleri konu komşuya bıraktılar.
Onlar bu şehrin havasından, suyundan rahatsız olduklarından, şehri sevmediklerinden, daha güzel bir yer bulduklarından değil, imanlarını korumak için gidiyorlardı. Ve bu çileli, zorlu yollara düşerek hem kendi devrinde yaşayanlara, hem de kıyamete kadar gelecek mefkûre muhacirlerine önemli bir ders veriyorlardı.
Gidiyorlardı işte… Her şeylerini geride bırakarak. Varlıktan ve yokluktan soyunarak.
Zalimlerin yıktığı yaşam duvarını sabırla örmeye çalışan ışık süvarileri, Rablerinin rahmetine doğru yürüyorlardı.
İkinci göç kafilesi ile Mekke’deki Müslümanların sayısı kırktan daha azdı artık.
İkinci Habeş hicreti için yola çıkanlar arasında Hazreti Ebû Bekir de vardı. Yola yeni koyulmuştu ki, Mekke dışında, şehrin ileri gelenlerinden İbn Dağınne ile karşılaştı.
“Nereye gidiyorsun?”
“Başka bir diyara gidiyorum”
“Senin gibi bir insan Mekke’den gidemez.”
“Kavmimin ezası bıktı, usandırdı”
“Hayır, gedemezsin, gitmemelisin”
“Onların kötülüklerinden korunmak ve başka bir diyara ticaret yapmak için gidiyorum. Orada Rabbime gönlümce ibadet edeceğim.”
Bu nasıl olurdu? Ebû Bekir gibi bir insan da bu şehri terk ediyorsa bu işte bir yanlışlık vardı. Şehirleri canlı kılan içlerindeki erdemli kimseler değil miydi?
İbn Dağınne bunun bilincinde bir insandı ve bu gidişe isyan etti:
“Sen herkese yardım eder, hakkı hukuku korur ve doğruluktan ayrılmazsın. Güçsüze, yolda kalmışa yardım, misafire ikram eder ve akrabalarını gözetirsin. Haydi, Mekke’ye geri dön ve Rabbine orada ibadet et. Ben seni himaye ederim.”
Birlikte Mekke’ye geri döndüler.
Gece sırtını sabaha dayadığı demlerde balkondayım. Gecenin zülüflerine yağan yağmur parkın ölgün ışıklarını ve çimleri ıslatıyor.
Dışarısı çok soğuk.
Karşı apartmanlar derin uykuda.
Neler düşünüyorum neler…
O güzel insanlar bir gün güzel atlarına binerek ülkelerine dönecekler.
haruntokak@gmail.com