Soru: “Vicdan nedir? Eserlerde vicdan mekanizmalarından bahsediliyor. Bu konuyu açabilir misiniz?” (Sümeyye Y.)
Üstad Hazretleri, değişik eserlerinde vicdandan ve ona ait önemli misyonlardan söz eder; vicdanın ve vazifelerinin ne olduğunu bize anlatır. Bediüzzaman’a göre vicdan, fıtrat-ı zîşuur, yani kendisinin farkında, şuurlu fıtrattır.
Fıtrat ise Cenab-ı Allah’ın her bir varlığı kendine has özellik, kapasite ve kabiliyetleriyle yaratması ve bu çerçevede her bir varlığın yaratılıştan gelen ve onu kendisi kılan temel hususiyetleri toplamıdır. Dolayısıyla vicdan, şuurlu varlıklarda varlığın kendisini, Yaratan’ını, varlık ve varoluşu fıtrat temelinde tanıyan mekanizmadır.
Üstad Hazretleri, ‘fıtrat’ı Allah tarafından eşyaya verilen ve her bir şeyi kendisi kılan hususiyetler toplamı olarak değerlendirir ve bu çerçevede “Fıtratın şahitliği doğrudur.” der. Misal olarak da tohum ve çekirdeklerdeki neşvünema, yani büyüyüp gelişme; sperm ve yumurtalardaki hayat düğümünün açılması; bazı sıvılardaki, mesela sudaki 100 derecede kaynama ve 0 derecede donup genişleme, genişleyip demiri bile parçalama gibi hususiyetleri zikreder ve bunları ‘meyelan’, yani meyil olarak anar.
Bu meyiller, dolayısıyla fıtrat, İlâhî Meşîet’ten gelen ve asla yalan söylemeyen, kendine ait diliyle hep Cenab-ı Allah’ı seslendiren bir mekanizmadır. İşte vicdan, eşyadaki ve bitkilerdeki fıtratın insan gibi şuurlu varlıklardaki karşılığıdır ve nasıl fıtrat yalan söylemez, onu Yaratan’a, yani Hz. Allah’a sâdık diliyle şahitlikte bulunursa, vicdan da insanda “şuurlu fıtrat” olarak hem kendisini, hem de Yaratan’ı, Hz. Allah’ı tanır ve O’na şahitlik eder.
Bir bakıma temel ve fıtrî mahiyet-i insaniye de diyebileceğimiz vicdanın dört rüknü vardır ki, bunlar, rûhun da duyuları sayılır: İrade, zihin, his ve lâtife-i Rabbaniye denilen (manevî) kalb.
Vicdan, bu rükünlerinin canlılığı nispetinde, hatta bu rükünler günah mezbeleliği ve kasıtlı inkâr bataklığında bütün bütün ölmemişse, ilim ve marifet adına mutlaka doğruyu görür, doğru değerlendirir ve doğruyu söyler.
İnsan, iradî olarak farklı davransa, farklı sesler verse, aklı, nazarı, düşüncesi gaflet edip farklı yönlere kaysa da vicdan, kendi tabiat ve rükünlerinin diliyle her zaman Allah’ı ilan eder. Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de çokça ayet bulmak mümkündür:
O Allah’tır sizi karada ve denizde dolaştıran. Öyle ki, bir gemidesiniz. Gemiler, tatlı bir rüzgârla içlerindeki yolcuları alıp götürüyor ve herkes keyfinde, neşesinde iken birden şiddetli bir fırtına çıkıyor. Her tarafta yükselen ve üzerlerine hücum eden dalgalar arasında kalan yolcular, bütün bütün sarıldıkları ve artık hiçbir kurtuluş yolunun kalmadığı inancıyla O’nun dinini bütün hüküm ve kaideleriyle tam bir kabûl içinde Allah’a dua ve yalvarmaya durur ve “Andolsun ki”, derler, “eğer bizi bu felâketten kurtarırsan, hiç kuşkusuz artık şükreden kullarından olacağız!” (Yunus Sûresi, 10/22)
‘Hads’ (vasıtasız sezgi), her zaman insanı teyakkuza çağırır; hadsin bir üstü diyebileceğimiz ‘ilham’, devamlı onun ufkunu aydınlatır; yoğunlaşmış marifet sayılan ‘arzu’, hep O’nu gösterir; alev alev kendini hissettiren iştiyak ve magmalar gibi köpüren İlâhî aşk, sürekli olarak O’nu rasat ufkuna davette bulunur.
Cenab-ı Allah’ın bir bakıma insan oluşun temel mahiyeti olarak var ettiği, şuurlu bir fıtrat olarak insanla bütünleştirdiği veya özdeşleştirdiği vicdanın irade, zihin, his ve lâtife-i Rabbaniye olan rükünlerinin her birinin temel bir vazifesi ve varlık gayesi vardır.
İradenin temel vazifesi veya yaratılış gayesi, Cenab-ı Allah’a ibadet etmektir. Zihnin temel vazifesi veya yaratılış gayesi, marifetullah, yani, bütün melekelerini kullanarak elde ettiği ilimle Allah’ı tanımaktır. Allah marifeti vermeyen, Allah’a götürmeyen, hatta O’nu ne ve kim olduğu ve olmadığı ile tanımayan ve tanıtmayan her bilgi, evham ve hayalden ibarettir.
Böyle biri, ilim adına kâinatı da yutsa en cahildir. Hissin yaratılış gayesi ve/veya vazifesi, Cenab-ı Allah’ı sevmektir. Lâtife-i Rabbaniye denilen kalbin yaratılış gayesi ve/veya vazifesi ise, Cenab-ı Allah’ı müşahede etmektir.
Alman rasyonalist filozofu Kant, kalp için “pratik akıl” tabirini kullanır ve “Allah, teorik akılla bulunmaz, pratik akılla bulunur.” der. Allah (c.c.), kâinat ve insan kitaplarını okuyan, tefekkür edebilen teorik akılla da bulunur; en azından varlığı, hatta Birliği kavranır.
Fakat Cenab-ı Allah’ı aklın çok daha ötesinde tanıyan lâtife-i Rabbaniye, yani kalptir. O, Cenab-ı Allah’ı âdeta tecrübe eder. Yani insanın hayatında yaşadıklarına paralel olarak günde kaç defa duyar, hisseder. O’nun insanla olan münasebetini sezer ve O’nun insana ne kadar, insanın kendisinden de yakın olduğu kavrar.
Bu ise büyük ölçüde imana, ibadete, dikkatli ve bilerek yaşamaya, tefekkür ve tecessüse bağlıdır. Takva denilen kâmil ibadet veya kulluğa, vicdanın bu dört rüknünün, ruhun bu dört duyusunun vazifelerini yerine getirmekle ulaşılır ve ancak bu yolla kâmil manada veya gerçek insan olunur…