“Öteki”yle ilk tanışmam henüz çocukken oldu. Bir gün yan dairemize konuşmalarını anlamadığım ama dünya tatlısı 5 çocuklu bir aile taşındı.
“Baran” işte o çocuklardan biriydi; kara yağız, yanağı gamzeli, neşeli bir çocuktu. Bir gün apar topar taşınmalarına kadar onunla güzel günlerimiz oldu.
Anneme “Baran’ın annesi niye farklı konuşuyor, hiçbir şey anlamıyorum.” dediğimde annem kulağıma eğilip fısıldayarak adeta ayıp bir şey söylemenin utancıyla “Onlar Kürt.” demişti.
Çocuk aklımla bu farklılığa çok şaşırmıştım, aslına bakarsanız biraz da üzüldüğümü söylebilirim. Çünkü Baran’ın Kürt olması benim açımdan bir sorun teşkil etmiyordu ama anlaşılan birileri bundan rahatsızdı.
Diğer “Ötekiler” ise hayatıma liseyi okumaya geldiğim İstanbul’da katıldılar. Aynı sınıfı ve yatakhaneyi paylaştığım arkadaşlarım arasında artık “Kürt”lerin yanında “Alevi, Kıbrıs Türk’ü ve hatta Yahudi” arkadaşlarım vardı.
Sivaslı İhsan ve Dersimli Haydar’ın Alevi olduklarını Ramazan ayında nöbetçi öğretmen “Gece kimler sahura kalkacak?” diye yoklama aldığında öğrendim. Bıyık altından onlara gülerek “Lan, beynamaz Aleviler, sizi de yazayım da gece midenize güzel bir şeyler girsin, valla sabaha kahvaltıda aç kalırsınız ha!” demişti.
İhsan’la hala devam eden arkadaşlığımızın temeli gece sahurdan arakladığım börekleri sabah yesinler diye onlara vermemle başladı.
Sınıfın en komikleri ise Kıbrıslı iki delikanlıydı. Ne zaman konuşmaya başlasalar bize tuhaf gelen o şiveleri yüzünden gülmekten yerlere yatar, onları konuşturmak için elimizden geleni yapardık. Bir gün içlerinden Taylan’ın “Niye bize gülüyorsunuz ki, biz de sizin gibi Türk’üz, gülecekseniz bari Moris‘e gülün, hem o Yahudi!” demesiyle işler karıştı.
Sınıftan ağlayarak çıkan Moris’in gözyaşları hiç aklımdan çıkmadı. O ağlarken neredeyse herkes gülüyordu, Sivaslı İhsan, Dersimli Haydar, Diyarbakırlı Ferit ve ben hariç.
Boğaz’a nazır okulumuzun arka kısmında, büyük bir çam ağacının altında Moris’i bulup teselli ederken bu arada kendi kimliğimi de ilk defa orada sorguladım. Peki ben kimdim?
Anne tarafım Çerkez, babamın baba tarafı Arap, anne tarafı Türkmen’di. Bu durumda ben ne oluyordum acaba? Çerkez mi, Arap mı yoksa Türkmen mi? Babama biz neyiz diye sorduğumda “Türk’üz işte oğlum! Ne soruyorsun?” cevabı beni hiç tatmin etmemişti.
Sonradan anladım ki insanın bir kimlik oluşturmaya çalışması aslında bir kutuplaşma, çatışma, gerilim ve karşıtlık üzerine inşa edilen bir olguydu. “Ben buyum, peki sen nesin?” demek “Benim gibi değilsen benden değilsin.” demekti.
Ve eğer sen benden değilsen ya benim gibi olmalı ya da hiç olmamalıydın. Devletin ya da hakim güçlerin sana dayattığı kimlik, eğer senin kimliğinle çatışıyorsa işte o zaman senin için hayat yaşanmaz hale gelebiliyordu.
Bu durumda otellerde canlı canlı yakılsan da, yüzlerce yıllardır yaşadığın topraklardan sürülsen de, anadilini konuşmaktan men edilsen de, ibadetin diğerlerinden farklı olduğu için aşağılansan da sonuçta sen bir “Öteki”sin ve eğer “Öteki”ysen zaten baştan suçlusun.
Türkiye’de yaşadığım süre içinde kimliğimle ilgili bir sıkıntı yaşamadım çünkü biraz farklılıklarım olsa da sonuçta bir “Öteki” değildim. Ama kader bana “öteki”nin ne olduğunu Avustralya’ya geldiğimde öğretti.
Avustralya, 270 farklı milletten insanın 230 farklı dil konuştuğu, nüfusunun neredeyse yarısı göçmenlerden oluşan, kimsenin kimseyi farklılığından dolayı yargılamadığı, çokkültürlülüğüyle övünen bir ülke. Yaşadığım NSW Eyaletinin başbakanı Ermeni asıllı. Bulunduğum yerin belediye başkanı ise aslen bir Sırp.
Yani ortalama bir Türk’ün rüyalarına karabasan gibi çökecek bir ortamda yaşıyorum. Bir Ermeni ve Sırp tarafından yönetilen bir Türk’üm.
Şaka bir yana elinden Avustralya vatandaşlık belgesini aldığım Sırp asıllı belediye başkanıyla İstanbul’un güzelliği hakkında konuşurken aldığım keyfin yanında yolsuzluğa, hırsızlığa ve adam kayırmacılığa asla taviz vermeyen Ermeni başbakanımla duyduğum gurur tarif edilmez.
Şimdilerde yeni kimliğimin tadını çıkarmaya çalışıyorum. Artık ben bir Avustralyalıyım. Her ne kadar eski alışkanlıkla hala “background“ımı soranlara “Türk”üm desem de artık beni de “Öteki” olarak gören eski devletim için öyle değilim.
Garip darbe teşebbüsünden tam 2 yıl önce Avustralya’ya gelmiş ve bu süre içinde hiç Türkiye’ye gitmemiş olmama rağmen “Devlet“e göre ben bir darbe suçlusuyum. Bu yüzden pasaportu iptal edilmiş, 25 yıllık öğretmenlik diploması bir KHK ile çöpe atılmış bir sakıncalıyım… Anlayacağınız artık “Öteki”nin ta kendisiyim…
Halen görüştüğüm Türkiye’deki “Öteki” arkadaşlarım artık “Sen de bizdensin.” deseler de benim hala şüphelerim var, bilmiyorum ki acaba ben kimim?
fsemih.yilmaz@gmail.com
Not: Bu yazı 14. Uluslararası Çukurova Sanat Günleri çerçevesinde “Kimlik ve Nefret Söylemi” konulu panelde “Sydney Mektubu” olarak İngilizce ve Türkçe sunulmuştur.