Bugün 13 Mart…
O aramızdan ayrılalı tam 23 yıl oldu.
Okul adam Hacı Kemal ağabey…
Bir Cuma günü başlar onun ışığa yolculuğu.
Şadırvan Camii’nde abdest alırken bir vaizin gönüllere nüfuz eden sesine koşar.
Kürsüde konuşan genç vaiz, Fethullah Gülen’dir.
“İşte şimdi yıllar yılı aradığımı buldum” der ve bir daha hiç peşini bırakmaz.
Evini İzmir’e taşır ve hayatını tamamen hizmete adar.
Köy köy, kahve kahve birlikte dolaşırlar.
Artık o hep yollardadır.
İslami uyanış için İstanbul çok önemlidir.
Sonraki yıllarda açılacak olan pek çok okula öncülük yapan Özel Fatih Lisesi, onun ilk göz ağrısıdır. Her taşında ve tuğlasında gözyaşı ve alın teri vardır.
Eşraftan olmasına rağmen hiç yüksünmeden yıllarca zenginlerin ayakkabısını çevirir, paltosunu tutar.
Birisinden talebeler için bir talepte bulunacaksa, bir gece önce ağlayarak “Allah’ım! Beni boş çevirme, beni o insanların yanında mahcup etme” diyerek dua eder.
İstanbul kısmen kıvamını bulup Anadolu’ya açılmak istediğinde önce Doğu’nun sarp yollarına vurur kendini. Yıllarca gelir gider dağlarında karın ve terörün eksik olmadığı sıcak insanların şehrine.
Van Gölü’nün masmavi serinliğinde gönülleri ferahlatan öğrenci seslerini duyduğunda “Oldu bu iş” diye oturup ağlar.
1989’un sıcak bir Ağustos günü yine bir okulun işleriyle meşgul olurken annesinin vefat haberini alır. Koşarak gider, yüzünü açar ve alnından öptükten sonra “Ah anacığım, bana bir şey diyecek miydin? Keşke yanından ayrılmasaydım” diyerek sarsıla sarsıla ağlar. Artık bunaldığı zamanlarda duasını aldığı, beyaz saçların sardığı başını dizine koyup yattığı şefkat abidesi anası yoktur.
Gayri o, hep yollardadır.
Van’dan Urfa’ya doğru döndürür yönünü. Sonra yine bir serhat şehrimiz olan Edirne’ye.
1991’de Demirperde yıkılır. O kış, bahar bestesiyle gelir.
Yaşı yetmişe yaklaşmış olmasına rağmen yaşlı küheylan Asya yollarındadır.
“Hacı Ağabey! Yaşın bir hayli ilerledi, şekerin, kalbin, tansiyonun var, gitme” diyenlere aldırmaz, ”asıl ben gitmezsem mahvolurum” der.
Uçsuz bucaksız bozkırların soğuğunda savrulur yelelerini.
Azerbaycan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan gibi ülkelerin Milli Eğitim Bakanları ile görüşür.
Ve bir bahar rüzgârı gibi koşar Asya’nın ay ışığı vurmuş bozkırlarında
Tacikistan’ı çok sever.
Öğretmenleri ve okul eşyalarını Tacikistan’a götürmek üzere bir kargo uçağı kiralar. Öğretmenler ülkelerinden ayrılırken göz yaşartıcı tablolar yaşanır. Kimisini beli bükülmüş yaşlı anası, kimisini çocuğu kucağında eşi uğurlar. Kimi ise yeni evlidir. Her birisine yapılan tembih hep aynıdır:
“Aman kendine dikkat et; oralar tekin değilmiş.”
Uçak gece 24:00 sularında Duşanbe Havaalanı’na iner.
Başlarında siyah örmelerle, ellerinde silahlarla bir çete karşılar onları.
Sadece gözleri görünmektedir.
Gecenin karanlığından daha karanlık bu adamların sadece gözleri görünmektedir.
Tarifsiz bir korku salınır gencecik yüreklere. Okulların bilgisayarlarını, öğretmenlerin paralarını almak için silahlarını doğrulttuklarında askerler korkularından çoktan sıvışıp kaybolmuşlardır. Çete reisi, “Yere yatın, ellerinizi başınızın üzerine koyun, kıpırdayanı vururuz” diye gürler gecenin karanlığında.
İhtiyar aslan kolay pes edecek bir adam değildir.
Olduğu yerde dikilir ve kükrer;
“Beni dinleyin! Karışıklıktan dolayı herkes ülkenizi terk ederken bu genç Türk öğretmenler hayatlarını hiçe sayarak sizin çocuklarınızı eğitmek için geldiler buraya ama siz onları soymaya çalışıyorsunuz. Allah’tan korkun!”
Gözlerinden yağmur gibi süzülen yaşlar ıslatır beyaz sakalını.
Çete reisi yüzündeki siyah bereyi sıyırır.
Göz pınarlarına dolan damlaları silerek, “Benim de anam Türk, hakkınızı helal edin, sizi üzdük” diyerek sarılır ihtiyar aslanın boynuna.
Neler olduğunu anlamaya çalışan öğretmenler derin bir nefes alırlar.
Tursunzade şehrinde ilk Türk koleji açılır.
Asya gecelerinde aydınlık gerinmeye başlamış ve bozkıra bir yıldız düşmüştür.
Zemheri soğuklarının ortalığı kasıp kavurduğu soğuk bir kış günü, yıllarca, gece gündüz demeden, hiç yüksünmeden insanlara evini açan, sâdıka ve saliha bir kadın olan eşinin vefat ettiğini öğrenir.
Günlerce eve gelemediği zamanlarda bile hiç yüzünü ekşitmeden kendisini karşılayan hayat arkadaşını son yolculuğuna uğurlamak için ilk uçakla Türkiye’ye döner.
Binlerce seveniyle birlikte bir kış günü Topkapı mezarlığına anasının yanı başına bırakır hanımını.
Gece taziyeleri kabul ederken metin görünmeye çalışırsa da herkes dağılınca mendilini çıkarıp hıçkıra hıçkıra gün ağarıncaya kadar ağlamanın tadına varır.
En kısa sürede tekrar döner Tacikistan’a.
Sahnede ölmeye sevdalı bir sanatçı gibidir.
Tacikistan’nın Tursunzade, Duşanbe, Kurgantepe ve Kulap şehirlerinde onun bitmez tükenmez gayretleriyle arka arkaya okullar açılır. Öğretmenler, “Kemal Ağabey, çok yoruluyorsun” dediklerinde, “oğlum bu işlerin üstesinden gelmek için erimek, tükenmek lazım” diye cevap verir.
Tacikler, “Hacı Ata sizi Allah (c.c) gönderdi ” derler. Artık o, Taciklerin “Hacı Ata”sıdır.
Onun hayalinde hep Hocent vardır. “Türk medeniyetinin ilk kurulduğu yer olan Maveraünnehir’de de mutlaka bir okul açmamız lazım” der.
İhtiyar aslan öğrencilerin sesini duymak için okulun misafirhanesinde kalır.
Geceleri delik deşiktir. Uyku tutmaz gözlerini, gezinir koridorlarda. Geceleri zonklar durur şakakları.
Kızının rahatsızlığından dolayı yüreğinin bir köşesinde acı, hep bir kor gibi derisine yapışık durur.
Nihayet o beklenen acı haberi getirir bozkırın sert rüzgârları:
“Kızının durumu çok ağır, acele gel” dediklerinde yaralı aslan Amuderya kıyılarındadır. Acılar pençeler yüreğini. Maveraünnehir’de ışık yavaş yavaş belirginleşirken o ilk uçakla döner Türkiye’ye. Çok sevdiği biricik kızını istemeye geldiklerinde “Benim gelinlik kızım mı vardı ki?” dediği günleri hatırlar.
Beyaz gelinliği ile evden gittiği gün daha dün gibidir.
Küçüklüğünden beri hasretini çektiği babacığı, baş ucundadır ama artık onun konuşmaya mecali yoktur. Tek kelime konuşamadan kanatlanır, sonsuzluğun ufuklarına.
Ruhunun heykeline kemal şeklini vermek için, acılar azar azar yontmaktadır yorgun küheylanı.
Kızı musallada yatarken İncirliova’lılara yurdun bitip bitmediğini sorar. Onlar “Hacı Ağabey, bunları sonra konuşsak” dediklerinde, “hizmet geri kalmaz evladım” der.
Kızını uğurladıktan birkaç gün sonra yine Tacikistan yollarına düşer.
Yaşlı ve yorgun bedeni yoğun hizmet temposunu kaldıramamakta, özellikle kalbi ciddi sinyaller vermektedir. Şekerden ayak parmakları açılsa da, yaralı aslan bozkıra düşen ay ışığında beyaz yelelerini savurarak koşturur.
Bir gece yarısı bir okulun üst katındaki odada amansız acılar içinde kıvranmaya başlar. Beti benzi atmış, dili bembeyaz olmuştur. Moraran dudaklarıyla yanındakilerden birine, “Evladım, koş bana doktor çağır, ölüyorum” diye inler.
Tedavi için ülkesine dönerken Asya’da da gün dönmüştür. Artık mevsim tomurcuk çağındadır.
İstanbul’da biraz iyileşir gibi olursa da artık billur rüya çatlamıştır.
Baharın ilk günleridir. Takvimler 13 Mart 1997 Perşembeyi göstermektedir.
Dallar tomurcuğa durmuş, bademler çiçek açmıştır ama yorgun aslan o baharı göremez. Başka baharlara açar gözlerini.
Dur durak bilmeden yollarda koşan yorgun küheylan bembeyaz örtüler altında boylu boyunca yatmaktadır. Fethullah Gülen Hocaefendi açar gül yüzünü.
Dönüp dönüp bakılası bir güzellik tütmektedir o yüzde.
Alnından öperek örtüyü kapatır ve “Okul, okul diye gitti, yeri doldurulamaz” diyerek ağlar.
Bugünlerde kükreyişine muhtaç olduğumuz yaralı aslana son bakıştır bu.
Koşarken çatlamıştır küheylan.
Ayakta ölüme yürümüştür yorgun aslan.
haruntokak@gmail.com