Kuzey ülkesinin yollarındayız. Gök kara bulutlarla kaplı.
Hava buz kesiyor.
Islak bir ormanın ortasındaki yoldan yarım saat kadar gittikten sonra bir binanın önünde duruyoruz.
İtina ile döşenmiş kültür merkezi ana-baba günü.
Çoğu mülteci.
Çocuklar her zamanki gibi kendince oynuyorlar. Kimi muhacir kimi ensar kadın ve erkeklerde kendi aralarında sohbet ediyorlar.
Göz göze geldiğimizde hepsinin yüzünde buruk bir gülücüğün gölgesi geziniveriyor. Bir yanları hep yaralı olan bu insanların tebessümleri bile hep yarıda kalıyor.
Sanki tam gülecekleri an bir hasret, bir özlem, bir firak paslı bir bıçak gibi saplanıyor sinelerine. Tebessümleri yarım kalıyor.
Nereden biliyorsun diyeceksiniz.
Kendimden.
Yarım kalan sadece tebessümler olsa keşke…
Nice hayaller, aşklar, sevdalar, hatıralar, doğup büyüdükleri yerler…
Her zamanki gibi çocuklar hiçbir şeyden habersiz gülüp oynasalar da yetişkinler ve anne-babaların her biri hüzünden bir abide gibi.
Birkaç gün önce mülteci merkezinde birlikte olduğumuz kardeşlerimiz de oradalar. Parçalanmış ailelerin bir bir buluşması, kavuşması tatlı tablolara sahne oluyor.
Her biri niçin burada olduklarının farkındalar. Her biri bir çoban yıldızı gibiler. Diasporada salih ve sahih bir ortam oluşturmuşlar.
Bu topraklarda kaybolmaya değil kandil olmaya gelmişler.
Korkuların kâbusların içinden gelen o gurbet çocuklarını görünce yine de bu çocuklar şanslı diyorum.
Sosyal medyada dolaşan çocuk fotoğrafları geliyor gözlerimin önüne.
Esmer güzeli bir çocuk, havaalanında sedyeye uzanmış öylece bakıyor.
Ahmet Burhan Ataç…
Zavallı çocuğun kendi derdi boyundan aşkın bir koca devlet her işi bırakmış onunla uğraşıyor.
Bir annenin feryadı uğulduyor kulaklarımda.
“Yavrum gözlerimin önünde ölüyor hiç mi merhametiniz yok mu?”
Koca koca adamlar el birliği olmuş herkesin gözü önünde el kadar çocuğu öldürmeye çalışıyorlar.
Dünyanın hiçbir mafya örgütünde böyle bir bayağılıkla karşılaşmazsınız.
Bir başka çocuk…
Bir şehit çocuğu…
Her bir şeyden habersiz babasının tabutunun başında oynuyor.
Şehit al bayrağa sarılı öylece yatıyor.
Anne, baba, eş feryat ediyor. Kor olmuş yüreklerden bir duman gibi yükselen ağıtlara bir mana veremeyen çocuk bir ara bayrağa sarılı tabutu işaret ederek, “bu benim babam” diyor.
Düşünüyorum da bu çocuk büyüdüğünde hep bir yanı yarım kalacak.
Her “baba” sözü duyduğunda bir bıçak gibi saplanacak yüreğine.
Suriyeli olduğu anlaşılan bir başka çocuk, “ammi bir şey sorabilir miyim?” diyor.
Utangaç…
Onurlu…
Çekingen…
Daha on yaşında ya var ya yok…
Sanki kıyamet kopmuş da enkazların arasından doğrulup kalkmış beli bükülmüş ihtiyar gibi..
Bütün cesaretini topluyor ve “ammi bir şey sorabilir miyim?” diyor.
“Söyle yavrum”
“Amca kızmazsan sana bir şey diyeceğim.”
“Söyle yavrum”
“Üç günden beri açım, kardeşlerim için bir günlük ekmek verebilir misin?”
“Ah yavrum bende sana verecek bir şey yok ki”
Çaresizlik ne zor şey.
“Peki, ne zaman bitecek bu günler”
“Bilmiyorum yavrum bilmiyorum”
İşte bütün yaşananlar o çocuğun ve amminin çaresizliğinde.
Belirsizlik yoruyor insanları.
İnsanlar o çaresizlikten kaçıyorlar ülkelerinden.
Yıllardır süren kanlı savaş yoruyor insanları.
Çocukların bomba sesleri ile uyanmadığı bir dünyaya kaçıyorlar.
Toplu bir kaçış bu.
Birileri kapıları açtım diye buyurunca, bir orman yangınından kaçar gibi kucaklarında bebekleri ile kaçıyorlar.
Ne acı ya Rabbi!
Müslümanlar, Avrupa kapılarına koşuyor.
Kimi sınır kapılarına dayanıyor, kimi sahillere koşuyor.
Oğul veren arılar gibi doluşuyorlar botlara.
Dayanıyorlar Avrupa hudutlarına.
Dövülüyorlar, yerlerde sürükleniyorlar, jiletli telleri aşmaya çalışıyorlar. Kimi bir yudum huzur için koştuğu hudut boylarında can veriyor.
Çocuklar ağlıyor, çocuklar üşüyor, çocuklar titriyor.
Onlar için can veren sayısız şehidimiz Anadolu’yu dolduran ağıtlar eşliğinde; bizden bu kadar dercesine ömürlerinin baharında veda ediyorlar.
Devlet-i Aliye’nin son yıllarındaki Balkan göçleri geliyor gözlerimin önüne…
Altı asır insanlığı aydınlatan güneşin, derelerden, tepelerden, dağlardan, ovalardan artık yavaş yavaş çekildiği yıllar…
Son kalan kalelerden uçurulan güvercinler, çelik kanatlarıyla süzülüyordu kızıl ufuklarda.
“Yardımınız gelecekse beyaz güvercini, gelemeyecekse siyah güvercini gönderin” diye yazılı mektupların, kırmızı ayaklarına bağlanarak, gönderilen güvercinler…
Ufuklarda hep o siyah güvercinlerin göründüğü günler.
Balkanlar kaynıyor, Balkanlar yanıyordu…
Kapılar kırılmaya başladı mı feryatlar, iniltiler de başlar, anasından ayrılan kuzular gibi meleşirdi insanlar.
Tıpkı şimdi Suriye’de, Yemen’de, Doğu Türkistan’da yaşananlar gibi…
Köylerde, kasabalarda önce erkekler, sonra da çocuklar ve kadınlar hunharca katlediliyordu.
Her şey mahşer macerasıydı.
Yollarda göç vardı.
Çaresiz analar, ”Anne! Bizi bırakma” diye yalvaran yavrularına;
”Biraz sonra baban gelip seni alacak” diyordu.
Hâlbuki o babalar çoktan şehit olmuştu.
Nice şehit çocukları bırakıldı Balkanlarda.
Tarih, en büyük göç hareketiydi bu.
Yanı başındaki suyu bile alamayacak kadar yaralı, hasta, yaşlı insanlar bırakılıyordu kendi kaderlerine.
Bir çocuk, başucuna oturmuş ölmüş anasına su veriyordu.
Bir asker, ölü beygirine dayanmış can çekişiyordu.
Yollar kardı, kıştı…
Dizlerinde derman kalmayan kızların, kadınların dudaklarında hep aynı söz;
“Ağla anam ağla, Edirne düşer hangi yana”
Tarlalar boş, bağlar bakımsızdı. Onları işleyen kollar kopmuştu.
Perişan insanlar, yollardan, dağlardan, derelerden sel gibi Edirne’ye doğru akıyordu.
Yaşlılar, yaralılar yalvarıyorlardı;
“Ne olur bizi bırakmayın”
Silahı olmadığı için nice askerimiz, düşman askerine sarılıp birlikte atlıyordu Balkanlar’daki uçurumlara.
Istıranca Dağları’nda hiçbir ağaç yoktur ki dalında bir askerimiz asılmamış olsun…
Gazi Osman Paşa’nın Plevne’sinde, ne askerin giyeceği çorap ne de yaraları saracak sargı bezi vardı.
Pantolonları parçalanan askerler kadınların şalvarlarını giyerek savaşıyordu.
17 bin nüfuslu Plevne’de on bin yaralı vardı.
Balkan köylerindeki, kasabalarındaki o hülyalı günler, Eski Zağra, Ilıca, Kızanlık şenlikleri yerini çığlıklara bırakmıştı.
En lüks fayton arabalarında bile rahatsız olan beyler, zarif hanımefendiler dağlarda, yollarda yük taşıyor araba çekiyorlardı.
İnsanlar evlerinden koparılıyor, aileler parçalanıyor, yürekler bölünüyordu.
O, güzel Rumeli kızları yanık sesleriyle;
“Yârim gurbet elde, ateşi bende
Vermişim gönlümü sendedir sende” diyerek Edirne’ye doğru kaçıyorlardı.
Şimdi tersine bir göç yaşanıyor. Keşke insanlar kaçabilseler ama ona bile izin yok.
Mezbahada kıstırılmış kurbanlıklar gibi…
Kadınlar, kucaklarında korkudan gözleri büyümüş çocuklarla yine yollarda…
Herkes yine birbirine soruyor;
“Söyle anam söyle, Avrupa düşer hangi yana”
Ben tarihin tozlu sayfaları arasında gezinirken program başlıyor.
Gencecik pırıl pırıl bir delikanlı geliyor sahneye.
Geceyi sunmaya başlıyor.
Ensar ve muhacir miniklerin ilahi sesleri dolduruyor salonu.
O çocukların gözlerine bakıyorum.
O gözler her şeyi anlatıyor.
Her şeye rağmen o gözler geleceğe umutla bakıyor.
Bir gün gelecek yerli çocuklarla ele ele tutuşup ışıktan tepelere doğru birlikte yürüyecekler.
Geleceğin kavgasız dünyasını bir orman yangınından kaçan bu çocuklar kuracak.
Diasporadaki o Regaip gecesi programı benim için de oldukça eğitici oluyor.
Gecenin sonunda “ablaların” bereketli elleri ile evlerinde yapıp getirdikleri pasta, börek ve itina ile yapılmış sarmalarla sanki Anadolu’nun mutena bir köşesinde hissine kapılıyoruz.
Yine aynı ıslak yollardan geçerek evimize dönüyoruz.
Arabamız evin önünde duruyor.
Saçları gurbetlerde ağarmış yol arkadaşım sokak lambasının aydınlığında arabanın bagajını açıyor ve bir kitap uzatıyor.
Dert Musikisi…
haruntokak@gmail.com