FATMA BETÜL MERİÇ-TR724.COM
Şimdilerde herkesin gündemi Koronavirüs öyle değil mi? Kovid-19 ile başa çıkmak, hayatta kalmak için neler yapmalıyız, ezberledik hepimiz.
Her birimiz en güvenli sığınağımız olan, mahremiyetimizin kalesi evlerimizde niçin kalmalıyıza ikna edildik. Stoklar yaptık, gıda stokları hiç ölmeyecekmiş gibi. Sonra ya bulamazsak diye, hijyen birinci şart diye, bilumum temizlik malzemesi stokladık. Tuvalet kağıdı rulolarından dağlar inşaa ettik. Maske ve dezenfektanlardan oluşan askerler edindik. Gözümüzle göremediğimiz mikroskobik bir virüse savaş ilan ettik. Yılların kenara itilmiş kolonyalarını baş tacı ettik. Üstümüze boca ettik.
Sıcak evlerimizde, ağzına kadar doldurduğumuz dolaplarımızda, elimizin altındaki onlarca teknolojiyle, sıkılmamak için ne yapacağımızı şaşırdık. Kimimiz sosyal medyadan çıkmaz oldu, kimimiz mutfağa kamp kurdu, ev halkını doyurmak için.
Çocuklar okulsuz bir hayatı, uzun tatiller dışında, ilk kez deneyimledi belki de. Aileler belki uzun zaman sonra ilk kez tüm yemeklerde bir araya gelebildi. Hasılı sokağa çıkmak bir lüks artık.
Tüm dünyada hayat durdu, hiç durmaz/durmayacak denilen çarklar bile durdu. Karayollarında taşıtlar durdu. Havayollarında uçak seferleri iptal edildi. Bir ülkeden bir başka ülkeye, bir şehirden başka şehre geçişler durdu. Üretim durdu kısmen. Eğitim durdu. Kapı önü oturmaları, komşuya bir tas çorba ikramı, anne babayla sarılmalı kucaklaşmalı ziyaretler durdu. Perdeler kapandı tiyatrolarda. Sinemalarda film izleme heyecanları askıya alındı. Vapur seferleri durdu. Oysa martılar simit bekliyorlar hala. Piknik alanlarında, parklarda, caddelerde banklar kaldırıldı. Artık masmavi denizi izlemek yok, yorulunca bir sahil kenarı bankına ilişmek anılarda kaldı. Sevdiklerinizle görüşmeler telefon ekranına sığmak zorunda. Kokuları burnunuzun ucunda bir sızı hala…
Kısacası bir bir durdu dünya, durdu insan, durdu hayatın koşuşturması. Çünkü “öyle hızlı gitmiştik ki, ruhlarımız geride kalmıştı..”
Her şey durdu dediğime bakmayın siz. Zaman mesela, o durmadı akıp gidiyor hala ömrümüzden. Durmayan bir şey daha var. Devam eden, kısır bir döngüye dönüşüp insanları öğüten bir şey: Zulüm..
Bana bu satırları yazdıran işte o iki hece. Zalimin en iyi bildiği şey.
Bir virüs dahi -elbette Yaratıcı’nın emriyle çocuklara dokunmazken, zalim en çok da çocuklara gözyaşı döktürdü. Zulmüne devam ediyor hız kesmeden.
Sizi bilmem ama, yüreğim kaldırmıyor benim. Parça parça olmuş kalbim, her gün o gül yüzlü Ahmet’e ağlıyor. Gözyaşlarım akıp giderken, parmaklarım klavyeye dokunuyor, yazmak istiyorum. Sonra yazmak da yetmiyor, haykırmak istiyorum.
“Ben, böyle zulüm görmedim. Beni alın. Babasız büyüttüğüm iki küçük çocuğuma büyükanneleri bakar nasılsa. Beni alın ne olur. Yeter ki Ahmet’in babasını bırakın. Korkmuyorum. Korkmuyorum sizden ve zulmünüzden. Çocuklar ölüyor anlıyor musunuz? Hani o saçlarının tek bir teline zarar gelmesin istediğiniz kendi yavrularınız var ya, aynı onun gibi bir cennet güzeli bir yavru acılar içinde ‘Baba ne olur gel, ben sensiz ne yapacağım’ diye ağlıyor. Dayanmıyorum diyor, artık sensizliğe…”
Ciğerlerim dağlandı benim. Ahmet’in ağlamasına, babası Harun Bey’in “Gelmek istiyorum oğlum ama gelemiyorum” deyişindeki çaresizlik karşısında dağlandı ciğerlerim..
Sözlerim tükendi benim. Gözyaşlarımı tutamıyorum günlerdir.
Dün beş saatliğine görme izni vermişler babasına… Bakın ben çok ciddiyim ve çok samimiyim. Ahmet’i babasına kavuşturun, ben özgürlüğümden vazgeçtim. Beni alın. Ne olur o anne babayı daha fazla çaresiz bırakmayın.
Bin odalı saraylarınız, altın varaklı kalorifer petekleriniz, tüm ihaleleriniz kasalar dolusu paralarınız sizin olsun. Hatta bu dünya, dünya üzerindeki her şey sizin olsun. Varsın yönettiğiniz memleketin şantiyelerinde işçiler ekmek arası ıspanak yesin. Varsın anneler tek başlarına büyütsün çocuklarını. Çocuklar babaları hayattayken dahi bir zalim rüzgarla ayrı yönlere savrulsun. Parçalansın aileler. Parçalansın yürekler. Dağılsın. Ama bir tek sizin saltanatınız dağılmasın. Yel değmesin iktidarınıza. Kimse bir şey demesin. Konuşan valizini hazırda bekletsin. Çünkü o memlekette konuşmanın bedeli 6 yıl 3 aydan başlıyor değil mi? Nasıl da unutmuşum(!)
Ben unuturum. Biz unuturuz belki. Ama tarih asla unutmasın sizi. Adınız zalimler listesinin en başında yazılsın. Minicik yüreklere reva gördüğünüz eziyetleriniz gecelerinizi karartsın, kararmış kalpleriniz gibi.
Ben unuturum. Biz unuturuz belki. Ama ömürlerinden ömür çaldığınız masum yavrular unutmasın sizi. Her nefes alışlarında ahları ulaşsın göklere. İki elleri iki yakanızda olsun hem dünyada hem ahirettte.
… Ve sen küçük kahramanım, sevgili Natali teyzenin deyimiyle, Küçük Kara Efe!
Sen benim boğazımda düğüm, ömrümde kördüğüm oldun. Uykudan ağlayarak uyandım senin için ben de kaç gece. Ağlamaktan şişen gözlerimi sakladım kendi yavrularımdan. İsmini dualarımın en başına yazdım. Annene baktım, ondan güç aldım. Keşke yakın olabilseydim, kokunu da içime çekebilirdim, okşardım seni. Uzaktayım. Telefon ekranından sevebildim seni.
Kara efem, gül oğlum, güzel yavrum!
Bilsen hepimize neler öğrettin minicik yüreğinle… Bilsen, insanlığımızdan utandırdın bizi her seferinde.
Bilsen, kalbimizde en güzel yeri kaptın o üzüm gözlerinle.
Küçük kahramanım!
Bu dünya kirli, bu dünya geçici bu dünya kötülüklerle dolu.
Sen kirli dünyamızın tertemiz incisi, sen gelip geçen bu dünyanın en kıymetlisi, sen masumiyetin simgesi..
Bırakma annenin ellerini olur mu?