Yolun karşısındaki kilisenin yola bakan penceresinin ışığı sabaha değin yanıyor.
Haftada bir, bu mütevazı kilisede uzak-yakın arkadaşlarla sohbet ediyoruz.
Arkadaşlarımızın hal ve tavırları görevlilerin dikkatini çekmiş olmalı ki, kilisenin başrahibi görüşmek arzu etmiş.
Güler yüzlü bir bayan kapıda karşılıyor bizi.
Başrahibi, genişçe bir ayin salonundaki bir masanın etrafında iki yardımcısı ile birlikte oturmuş bizi bekliyor halde buluyoruz. Masanın ortasında duran mumun ışığının yüzlerde şavkıması oturanlara ayrı bir ruhanilik veriyor.
Koronavirüsten dolayı tokalaşma olmuyor ama tatlı reveranslarla “hoşamedi” ediyorlar.
Burası bir Protestan kilisesi.
Katolik ve Ortodoks kiliselerine göre oldukça sade.
Son akşam yemeği, kucağında bebeği ile Hazreti Meryem, Hazreti İsa’nın göğe yükselişi gibi rönesans ressamlarının resmettiği tabloların hiçbir yok.
Ayin sahnesinin duvarında gökten dökülürcesine aydınlık bir ışığın belirgin kıldığı büyükçe bir haç var.
“Uzun zamandan beri sizi takip ediyoruz.” diye söze başlıyor başrahip. “Siz daha önce tanıdığımız Müslümanlara benzemiyorsunuz. Ne yalan söyleyelim, Müslümanların bizde bıraktığı intiba hiç de iyi değil. Fakat sizin hal ve tavırlarınızda bir başkalık var. Sizi daha yakından tanımak istiyoruz.”
Daha çok bizim niye kuzeyin bu soğuk ülkesinde olduğumuzu merak ediyorlar.
“Siz bilirsiniz bu işleri ”diyorum, “Hazreti İsa’nın biri hariç bütün havarileri gittikleri gurbet diyarlarında hunharca öldürülmüşler ama arkalarında muhteşem bir dava bırakmışlar”
Uzun uzun konuşuyoruz.
Zaman zaman duygulu anlar yaşanıyor.
Karşılıklı birer kitap özelinde önce birbirimizin dinlerini yakından tanıma konusunda mutabık kalıyoruz.
Daha sonra bazı ortak projelerde birlikte çalışmaya karar veriyoruz.
Kur’an’da kadın ismi taşıyan tek surenin Meryem suresinin oluşu, yine Kur’an’ın en uzun surelerinden birisinin Hazreti Meryem’in ailesi olan “Ai-İ İmran” adını taşıyor olması onları oldukça heyecanlandırıyor.
“Deseniz ya çok ortak noktalarımız var.” Diyor başrahip.
Bir orman yangınından kaçarcasına geldiğimiz bu şimal bölgesinde bizi bekleyenlerin olduğunu bu vesile ile daha bir aşikâr fark ediyoruz.
Anlıyoruz ki, bu insanların sessiz çığlıkları bizi buralara çekmiş.
Bu duygumuzu onlara da aktarıyoruz.
Fikir mimarlarımızdan Bediüzzaman bir kitabında bizlere, “İsveç’te, Norveç’te, Finlandiya’da, İngiltere’de sizi bekleyenler var” diyor.
Her ne kadar içinde doğup büyüdüğümüz topraklardan ayrı olmanın derin bir hicranı olsa da; bugün burada sizler gibi “samimi Hristiyanlarla” olma saadetini bize yaşatan Rabbimize şükrediyoruz.
Acıların, yeni doğuş ve aydınlıkların fitilinin ateşleyicisi olduğunu bir kez daha anlıyoruz.
Sohbet koyulaşıyor…
Bu cumartesi bizim için önemli bir gece…
Mirac gecesi…
Tıpkı Hazreti İsa gibi bizim peygamberimiz de yaşadığı onca acıdan sonra göklere yükselir.
“Ben gidiyorum ta Ahmet gelsin” diyen müjdecisi ile karşılaşır.
Göklere giden yollar, tıpkı kutsal şehir Kudüs’teki “Elemli Yol” gibi kanlı taşlarla döşenir.
Taif’ten kovularak geri dönen Peygamberimizin Mekke’ye girmesine izin verilmez.
Kutsal dağ Hira’nın eteklerinden yasaklı gözlerle bakar doğduğu şehre.
Bunu ancak kendi ülkesine yasaklı olanlar anlayabilir.
Birisinin himayesine girmeden şehre girmesi imkânsızdır. Bu, ölüme yürümek demektir. Sözü sayılır güçlü birisinin onu koruması altına alması gerekmektedir.
İslam’ın ilk yıllarından beri süregelen yeni bir yurt arayışına Habeşistan dışında bütün ülkeler, kabileler kapısını kapatmıştı.
Peygamberimiz onca tehlikeyi göze alarak ta Taif’e kadar gitmesi biraz da bunun içindi. Orayı İslam’ın bir medeniyet merkezi yapmaktı muradı.
Hazreti Zeyd, Peygamberimiz’in yarasına tuz basarcasına sorar:
“Bunca yaşananlardan sonra Mekke’ye şimdi nasıl gireceğiz?”
“Ey Zeyd! Hiç şüphesiz Allah, senin göremediğin yerden bir kapı açacaktır!”
Allah’ın Rasulü, kulun gücünün bittiği yerde Allah’ın yardımının başlayacağını; eğer hâlâ gücünüz varsa, o bitinceye kadar koşmanızı, soluğunuzun tükendiği noktada hiç ummadığınız bir yerden önünüze kapı açılacağını söylemektedir.
Bir çoban, Hira’nın eteklerinde koyunlarını otlatmaktadır. Allah’ın Rasûlü ona, “Benim için Mekke’ye gider misin?” der.
Çoban kabul eder.
Kendisini himayesine alması için Mekke’nin ileri gelenlerinden Ahnes ibn Şerîk’e gönderir çobanı.
Ahnes, kabul etmez.
Bu defa çobanı Süheyl ibn Amr’a gönderir.
O da kabul etmez.
Mekke, geçit vermeyen, aşılması mümkün olmayan bir duvar gibi dikilir karşısına.
Peygamberimiz sabırlı ve vefalı çobanı bu defa da Mut’im ibn Adiyy için Mekke’ye gönderir. Kendisi de Hira’nın eteklerinde duaya durur.
Aklın tedbirinin bittiği yerde aşkın kollarına bırakır kendisini. Mekke’ye bakan yamaçlarda ellerini açarak akşamın son kızıllığında kanat çırpan yaralı bir üveyk gibi çırpınır, avuçları ile gökleri kucaklar…
“Allah’ım! Kuvvetimin tükendiğini sana arz ediyorum, gücümün azaldığını, insanların gözünde küçük düştüğümü sana şikâyet ediyorum! Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ım! Sensin ezilmişlerin Rabbi! Sensin benim Rabbim! Beni kimlerin eline bıraktın? Bana gaddarlık yapan yabancıların eline mi? Yoksa davamı ipotek edecek bir düşmana mı? Eğer Sen bana gücenmedinse, kesinlikle bunlara aldırmıyorum. Lakin lütuf ve ihsanın beni rahatlatacaktır…”
Bu dua öyle bir aşkla yapılır ki dağlar taşlar inler, ses arşa ulaşır.
Faran Dağları’nda günbatımıdır.
Daha dua devam ederken uzaktan, arkalarında bir toz bulutu bırakarak kanatlı melekler gibi doludizgin koşturan süvariler görünür.
Vicdanlı bir insan olan Mutim, “Bir insana bu kadar da zulüm olmaz!” diyerek, oğullarına “Silahlanın!” emrini vermiştir.
Atlılar, dağın eteklerine geldiklerinde Mut’im’in yüreklere inşirah salan sesi yankılanır.
“Ya Muhammed haydi gel, himayemdesin!”
Allah’ın Rasulü, minnettar bir bakışla bakar Mut’im’e.
Müslümanlar böyle yiğit bir sese bir hayli zamandan beri muhtaçtılar.
Birlikte Mekke’ye dönerler.
Mut’im, o gece Peygamberimizi kendi evinde yatırır.
Himaye ilan edilmediği için gece her şey olabilirdi.
Sabaha olunca Mutim, oğullarına seslenir:
“Silahlarınızı kuşanın ve Kâbe’de konuşlanın.”
Oğullar ve kabilenin eli silah tutanları kılıçlarını sıyırmış olarak, Kâbe’ye gelip yerlerini alırlar.
Mut’im oradakilere seslenir:
“Ey Kureyş! Ben Muhammed’i himayeme aldım! Ona sizlerden hiçbiri dokunmasın!”
Allah’ın Rasulü çok özlediği Kâbe’yi tavaf eder sonra da iki rekât namaz kılar. Namazdan sonra evine doğru yürür. Evine girinceye kadar Mut’im ve oğulları Peygamberimizin etrafında fır dönerler.
Güllerin Efendisi, günlerden beri yüreklerini kandil yaparak babalarını bekleyen kızlarına kavuşur. Fatımatüzzehra ve Ümmü Gülsüm ağlayarak babalarının kucağına atarlar kendilerini.
Allah’ın Rasulü bu yiğit adamın iyiliğini unutmayacak ve İslam’ın zaferle sonuçlanan ilk zaferi olan Bedir’de, esirler arasında oğlu Cübeyr’i görünce şöyle diyecektir:
“O ihtiyar baban bugün sağ olsaydı ve benden bütün bu esirleri bırakmamı isteseydi, onun hatırına hepsini serbest bırakırdım.”
Hicranlı Taif dönüşünün tatlı bir meyvesi olan bu olay sıkıntılı günlerin ardından gelen bir gönül aydınlığı olsa da Güllerin Efendisi hâlâ çok mahzundur. Yüzü, yağmur yüklü bir bulut gibidir. Yarası o kadar derindir ki bir türlü eski görkemli günlerine geri dönemez.
Bir sadık eşi Hazreti Hatice’nin, bir yiğit amcası Ebû Tâlib’in kapısına bakar, “Yokluğunuzu ne kadar çabuk hissettirdiniz.” diyerek gözyaşı döker.
Bir gece el ayak çektiği bir vakitte halası Ümmü Hani’nin evine gelir.
Zaten sık sık uğrardı halasına.
Çok geçmemiştir ki bir anda her taraf ses ve ışıkla dolar. Melekût âlemi hareketlenir. Büyük bir koşuşturma başlar.
Melek Cebrail Güllerin Efendisi’ne seslenir…
“Ya Rasulallah! Rabbin seni çağırıyor.”
haruntokak@gmail.com