Zorunlu olarak evlerimizde kalıp adeta bir “kamp” havasında yaşadığımız şu günlerde biraz da olsa nefes alıp rahatlama adına kaliteli ve ibretlik filmler seyretmek de artık listeme eklediğim işlerden biri oldu.
Yahudi soykırımının belki de en iyi anlatıldığı filmlerden biri olan Oscarlı Piyanist filminin yönetmeni Roman Polanski’nin 86 yaşında olmasına rağmen çektiği son filmi J’accuse (Suçluyorum) işte izlediğim o filmlerden biri.
Kendisi de bu soykırımdan daha çocukken kurtulan Polanski, Fransız tarihine damga vurmuş gerçek bir olayı, Dreyfus Davasını beyaz perdeye aktarmış.
Almanya’ya bilgi sızdırma adına yazılan bir mektubun Fransız istihbaratı tarafından ele geçirilmesi üzerine bir casus avı başlatılır. Şüpheli sayısı bir elin parmaklarını geçmemesine rağmen içlerinden biri Yahudi Dreyfus olunca müfettişler araştırmaya lüzum bile görmeden suçluyu hemen teşhis etmişlerdir.
Tek delil olan mektuptaki el yazısı da zaten Dreyfus’un yazısına benzemektedir. Mahkemeyi ikna etme adına uydurulan sahte deliller ve aslında hiç var olmayan “gizli tanık” ifadeleriyle Dreyfus’a vatana ihanet suçundan müebbet hapis cezası verilir.
Binlerce silah arkadaşının gözleri önünde ve halkın da “Yahudilere ölüm” çığlıklarıyla izlediği bir törende Dreyfus’un tüm rütbeleri sökülüp onurunu simgeleyen kılıcı da kırılırak Şeytan Adası’na gönderilir.
Steve McQueen ve Dustin Hoffman’ın başrolde oynadığı “Kelebek” filminden hatırlayacağınız Şeytan Adası’nda adeta ölüme terk edilen Dreyfus, gece yatarken bile ayaklarına zincir vurulup gardiyanlarla dahi konuşması yasaklanarak çile doldurmaktadır.
Bu arada Dreyfus’un akademiden hocası olan Albay Picquart, askeri istihbaratın başına geçmiş ve yeni bir casusluk davasıyla uğraşmaktadır. Deliller bu casusun aslında Dreyfus Davasındaki casusla aynı olduğunu gösterir. 5 yıldır Şeytan Adası’nda ölüme terk edilen Dreyfus suçsuzdur.
Albayın bunu ortaya çıkarması komplocuları kızıdırır. Tehditler, takipler, sürgünler Albay Picquart’ın canına tak edince davayla ilgili tüm gerçekleri anlatmaya başlar.
Bu arada kimsenin yapmaya cesaret edemediği işi ünlü romancı Emile Zola yapar ve bir gazetede yayınladığı “J’accuse (Suçluyorum)” adlı makalede davada yapılan tüm yanlışları yapanların isimleriyle birlikte açıklar. Baskılar sonucu tekrar düzenlenen mahkemede Dreyfus’un cezası 10 yıla düşürülür ve cezası affedilerek olay kapatılır.
Her ne kadar ikinci davadan 7 yıl sonra Dreyfus, affedildiği için askerlik görevine geri dönse de o hala devletin gözünde “affedilmiş ama suçlu” biridir. Suçsuzluğunun devletçe kabul edilmesi içinse tam 100 yıl geçmesi gerekir. Fransa devleti 1995’te Dreyfus’un suçsuzluğunu ilan eder, iade-i itibar edip resmi özür diler.
“Nana, Meyhane ve Germinal” gibi romanların sahibi Dünya ve Fransız Edebiyatının ünlü siması Emile Zola ise mektubu yayınladığı için 1 yıl hapis ve 3000 frank para cezasıyla cezalandırılır. Hapse girmemek için bir süreliğine İngiltere’ye kaçar. Genel afla ancak ülkesine geri dönebilir.
Ardından kendisine gizli bir sansür uygulanır, yazıları yayınlanmaz, kitapları basılmaz ve adeta açlığa mahkum edilir. Sahip olduğu “devlet onur nişanı” elinden alınır. Öyle ki Sefiller yazarı ünlü romancı Victor Hugo bile Zola’yı eleştirenler arasındadır.
Tüm bu çabalara rağmen Zola, hakikati haykırmaya devam eder. “Bana ne, deyip susmak alçaklıktır. Başıma ne geleceği umrumda değil, yeterince güçlüyüm ve bu haksızlığa meydan okuyorum.” sözleri tarihe altın harflerle geçer.
Bu sözler muhaliflerini iyice kızdırmaya yeter de artar bile. Bir gün Seinne Nehri etrafında yürüyüş yaparken nehre atılarak öldürülmek istenir. Bunu başaramayan fanatikler Zola’nın evinin bacasını tamir eden adamlarını kullanıp bacayı tıkarlar. Soğuk bir gecede dumandan zehirlenen Zola hayatını kaybederken eşi de komada hastaneye kaldırılır.
Dreyfus Davası, dönemin Fransa’sında ciddi bir ayrışmaya yol açar. Adalete olan güven kaybolur, ordu ciddi olarak sorgulanmaya başlar. Irkçılığa karşı ilk defa birileri sesini yükseltir. En önemlisi de “Kutsal Devlet” anlayışı temellerinden sarsılır. Halk artık devletin ahlaksız yüzüyle tanışmıştır.
Dreyfus Davası görüleli yüz yıldan fazla zaman geçse de Türkiye gibi demokrasinin askıya alındığı, diktatörlük düzenine yakın sistemlerle yönetilen ülkelerde zorbalığın gücü hala ortada…
Devlet kendisine muhalif gördüğü, kimliğinden rahatsız olduğu ya da kanunsuz işlerine sesini çıkaran kim varsa hala onlarla uğraşmaya devam etmekte, onların sesini kısmak hatta yok etmek amacıyla komplolar kurmakta, sahte deliller üretmekte ve kendi insanıyla adeta düşmanıymış gibi uğraşmaya devam etmektedir.
Unutulmamalıdır ki gerçek, her ne kadar saklanmaya çalışılsa da bir gün mutlaka ortaya çıkar, halı altına süpürülen pislikler de elbet bir gün kokar ve herkesi rahatsız etmeye başlar. Tek ihtiyacımız adalet sevdalısı cesur insanlar, namusunu ve kalemini satmamış ve gerçekleri korkusuzca haykırabilen aydınlar… Umalım ki bunun için bir 100 yıl beklemek zorunda kalmayalım.
semihyilmaz@yepyeni.zamanaustralia.com