Marmara Denizi ağustos güneşinin altında ışıl ışıl parlıyordu. İki kadim dost sahildeki bir kanepenin üzerine oturmuş konuşuyorlardı. Ara sıra denizden doğru gelen poyraz saçlarını okşuyordu.
Körfezin bu şirin şehrinde gün batımıydı. Martılar Marmara Denizi’nin serin sularına bir konuyor bir uçuyorlardı.
Uzaklardan buğuların arasından tüllere sarınmış bir güzel gibi İstanbul görünüyordu.
Meş’um 15 Temmuz hadisesi olalı bir ay kadar olmuştu.
Öfke her geçen gün bir sarmaşık gibi sarıyordu ülkeyi.
Bahaddin Bey bir güle bakar gibi bakıyordu yanındaki Osman’a.
Bir denize bakar gibi bakıyordu.
Konuşurken yanakları al al olurdu Osman’ın.
Osman’ın mavi gözleri uçsuz bucaksız bir denizdi.
Bahaddin Bey oldum olası denizlere sevdalıydı. Mesleği icabı ömrü denizlerde geçmişti.
Osman’ın çakır gözlerinde uçsuz bucaksız bir denize açılmış gibi hissederdi kendini. Osman’la buluştuğu zaman bir gül bahçesine girmiş gibi sevinirdi.
Bir gönül hekimi gibiydi Osman.
Birlikte sohbetlere giderler. Esnaf ziyaretleri yaparlar, bazı akşamlar da birlikte çorbacıya giderlerdi.
Bahaddin Bey çorbayı çok severdi.
Deniz oldukça sakindi ama Bahaddin Bey’in içinde fırtınalar kopuyordu.
Hem de öyle böyle değil. Rüyaları bile altüst eden bir fırtınaydı bu.
Suların suskunluğu bile yakıyordu yüreğini. Her bir şey büyük fırtına öncesi sessizliği haykırıyordu sanki. Rüyalar hiç de hayra yorulacak gibi değildi. Körfezin öfkesinden oldum olası korkuyordu ama bu defa içindeki sıkıntılar bölgesel bir öfkenin değil de bütün bir ülkeyi esir alan bir felaketin habercisi gibi idi.
Önce önündeki denize dalgın gözlerle baktı. Sonra gözlerini Osman’ın uçsuz bucaksız denizi andıran mavi gözlerine.
“Osman biliyor musun, seni çok seviyorum lakin bir daha o sözü söyleme bana.”
“Ben de seni çok seviyorum ama abi gitmelisin buralardan.”
“Kaç defadır söylüyorsun bunu ama ben ülkemi nasıl terk ederim Osman. Eşimden, çocuklarımdan, dostlarımdan nasıl ayrılırım.”
Baksana abi öfke dalga dalga kabarıyor. Her gün yüzlerce insan tutuklanıyor.
“İyi de ben suçlu değilim ki!”
“Suçluları değil zaten suçsuzları tutukluyorlar. Burada herkes seni tanıyor. İnsanlara sohbet ediyordun, esnafları ziyaret ediyordun. Okul yapalım, yurt yapalım, çocuklarımıza sahip çıkalım diyordun.”
“İyi de bunlar suç değil ki…”
Hazreti Yusuf da suçlu değildi. Ama saraylılar kendi suçlarını örtbas etmek için Yusuf’u kurban seçmişlerdi.
“İlla gideceksek birlikte gidelim o zaman.”
“Olur abi.”
“Ne zaman gideceğiz peki.”
“Yarın.”
Oturdukları kanepeden kalktılar.
Bir şeyler almak için bir alışveriş merkezine uğradılar.
Bahaddin Bey lacivert renkli spor bir ayakkabı beğendi.
Fiyatı 59 tl yazıyordu.
“Bunlar güzel abi” dedi Osman.
Aldılar.
Osman, Bahaddin Abisinin pantolonunda hafif bir delik olduğunu fark etti.
“Abi bu pantolonlar çok güzel birer pantolonda mı alsak?”
Durdu.
Belli ki elindeki üç beş kuruşu harcamak istemiyordu.
Sonraki gün şehir derin uykuda iken aileleri ile vedalaştılar.
Bahaddin Bey sarıldı çocuklarına öptü kokladı onları.
Hanımı, “Bahaddin dünya gözüyle bir daha görüşemeyeceğiz galiba” dedi.
Bir ömür boyu denizlerin dalgalarıyla savaşmış insan kalbinin derinliklerinden kabarana dalgaların arasında kalmıştı. Gözleri buğulandı.
Tipiye tutulmuş bir ağaç gibi sarsıldı.
“Olur mu öyle şey hele ben bir yerleşeyim hemen sizi alacağım yanıma.” diyebildi.
Kızı ve oğlu da şaşırmışlardı analarının bu sözlerine.
“Anne, babam ölüme gitmiyor ya!”
“Ne bileyim yavrularım içimde garip bir his var işte.”
Muhacir Osman da gelmişti.
Ellerinde bavullarla yürüdüler.
Ağustos sıcakları erkenden bastırmıştı.
Hiç beklenmedik bir anda gidiyorlardı.
Özleyecekleri yüzler geride kalıyordu.
Kulaklarından hiç eksilmeyecek seslerle uzun bir yolculuğa çıkıyorlardı.
Başka insanların arasına gidiyorlardı.
Başka ülkeler girecekti ülkeleri ile aralarına.
Ne zaman biteceğini bilemedikleri bir gurbete gidiyorlardı.
Gerilimli bir pasaport kontrolünden hemen sonra yürekleri dolduran şey; bir gün mutlaka göçün bu kez terk edilen yerlere olacağına ilişkin umutlarıyla doluyordu yürekleri.
Anılar, özlemler, son sözler, unutulmayan yüzler peşi sıra geliyordu onlarla.
“Bahaddin, bir daha dünya gözüyle görüşemeyeceğiz galiba!”
Sınırları bir bir geçerek bir kuzey ülkesine geldiler. Oraya iltica ettiler.
Çileli gurbet günleri başlamıştı.
Artık, sevdikleri çok uzaklardaydı. Yanlarında sadece anılarını, özlemlerini getirebilmişlerdi.
Kader onları önce birlikte oldukları ülkede ayırdı. Sonra Dublin onları ayırdı. Muhacir Osman’ı kuzeyin başka bir ülkesine gönderdiler.
Bahaddin Bey bir iki arkadaşı ile birlikte bir evde kalmaya başladı.
Birlikte oldukları o güzel günleri ev arkadaşı muhacir Mehmet Bey’den dinleyelim…
“Bir buçuk yıl kadar birlikte kaldığımız Bahaddin Bey teheccüdünü hiç kaçırmazdı. Pazartesi perşembe oruçlarını asla aksatmazdı. Namaz sonrası tesbihat ve dersleri ihmal etmezdi. Bildiklerini başkalarına anlatmayı severdi. Tesbihat ve evvabinini aksatanlara söylenirdi. Yolda yürürken ya da müsait zamanlarında daim Allah’ı zikrederdi, dudakları hiç boş durmazdı. Kendisi çok vefalı idi. Vefasızlık karşısında yıkılırdı.
Hanımı Türkiye’den ayrılırken “Bahaddin, bir daha dünyada görüşemeyeceğiz!’’ sözünü bunaldığı zamanlarda hep söylerdi.”
Onun her adını duyduğumda hatırıma, “anne melekleri ağabeyim görüyor da ben niye göremiyorum” diyen Hacı Bayram Veli’nin müritleri Ahmet ve Mehmet Bican kardeşlerin gelmesi boşuna değildi.
Bulunduğum ülkedeki Gürsel ve Mehmet Beyler onun kardeş ailesi idi. Ara sıra arabanın bagajını doldururlar ziyaretine giderlerdi. Ben de bir iki defa katılmıştım onlara. Birlikte namaz kılmış, sohbet etmiştik. Sanki Türkiye’de, sanki ışık evlerinin birindeydik.
Ne güzel günlerdi!
Kuzeyin bu soğuk ülkesine geleli iki yıla yaklaşmış olmasına rağmen bir türlü oturum alamamıştı. Artık ümidini yitirmişti.
Bir Batı Avrupa ülkesinde tanıdıkları vardı. Oraya gitmeye karar verdi.
Orada 250 avroya tek odalı bir ev tutmuştu. Bir başına o evde kalıyordu.
Ne yazık ki iki yıla yakın kaldığı o ülke de oturum vermedi.
Bir ay kadar önce ilk geldiği kuzey ülkesine polis nezaretinde geri dönmüştü.
Yüreği iyiden iyiye yorulmuştu. Ülkesinden ayrılalı dört yıla yaklaşmıştı. Yuvasız kuşlar gibi gurbette geziyordu.
Son geldiği ülkede yarı hapishane gibi bir yerde tutuyorlardı.
Sık sık telefonda muhacir Osman’a dert yanıyordu.
Bana “Seni ülkene geri göndereceğiz, diyorlar.”
Ben de ‘‘Beni ölüme gönderecekseniz, burada öldürün daha iyi.” diyorum onlara.
“Osman kardeş, körfezdeki o çorbacının çorbasını özledim, aslında gönderseler de fena olmaz hani”
Yaşadıkları onu yormuş bir hayli kilo kaybetmişti.
Üzüntü kederle birlikte bir de korona virüsü ciğerlerine misafir olunca yattığı gurbetteki hastane odasından sağ çıkamadı.
Adeta Allah “Bahaddin kulum! Seni yurtsuz yuvasız mı koydular, yeter gurbet ellerde bir başına dolaştığın, gel!” demişti. O da gel emrine uyarak aramızdan ayrıldı.
Aslında yazımı bu cümlelerle tamamlamıştım ki telefonum çaldı. Arayan kadim dost Hacı Murat’tı.
“Biliyor musun” dedi. “Ben gazetede çalışırken Hocaefendi beni aradı ve Bahaddin Bey’i sana emanet ediyorum.” dedi.
Zaman gazetesinin İstanbul bürolarına bakıyordu.
Uzun yıllar birlikte çalıştık. Gece namazlarını bir gün bile kaçırdığını tahmin etmiyorum. Tam bir kulluk abidesi idi. Kalbi olan bir insandı. Herkesin yardımına koşmayı severdi.
Gölcük depreminde bölgeye gitmiştik. Her evin önünde çaresizce bekleşen insanlar vardı. Onu bir evin enkazından taşları kaldırırken bulduk. Üstü başı toz topraktı.
“Bu enkazın altında, ailesi ile birlikte aynı meslekten olduğumuz bir kardeşim var.” dedi.
Büyük mücadele sonucunda ekipleri oraya getirmeyi başarmıştı. Enkazın altından kucağında ölmüş oğlu ile komada bir adam çıktı. Hanımı da ölmüştü.
Adam kendine geldikten sonra, “Oğlum, baba Bahaddin Abi de gelmedi artık kimse gelmez, diye diye öldü.” dediğini öğrendik.
Bu, herkesin yardımına koşan güzel yürekli insan gurbetteki bir hastane odasından Hakk’a yürüdü.
Vefat ettiği gece Sirac kardeşimiz rüyasında görüyor.
“Abi çok mutlu görünüyorsun.”
“Nasıl mutlu olmam, dostlarıma kavuştum.”
Baltık Denizi bahar güneşinin altında ışıl ışıl parlıyordu. O denizleri seviyordu. Uçsuz bucaksız denizleri andıran çakır gözleri de. Bazılarını toprak çekerdi ama onu denizler çekmişti. Ve bir denize nazır şehirde can vermişti.
Bican bir melekti, uçtu.haruntokak@gmail.com