İlk Ramazan sevdamı düşünüyorum.
Sanki daha dün gece gördüğüm tatlı bir rüya gibi her şey. Neredeyse yarım asır geride kalmasına karşın, o gece hafızamda hâlâ çok canlı.
Soğuk bir kış gecesi…
Karanlık, yağmurlu ve rüzgârlı ama ruhaniyet dolu bir sahur vakti.
Anacığıma, akşamdan tembihlemiştim sahura kaldırmasını.
Gecenin bir vaktinde “Oğlum, oruç tutacaksan kalk!” demişti.
Çocuklukta bir başka tatlıydı uykular.
Gözlerimi ovuşturarak yataktan doğrulmaya çalışıyorum. Ayaz abanıyor üzerime, bastırıyor beni. “Öteki odada ocak yanıyor oğlum.” sözünün sıcaklığı ısıtmaya yetmişti içimi.
Buz gibi suyla yüzümü yıkayarak, koşuyorum içeriye.
Rahmetli babam, türbesine nur inmiş bir derviş gibi sofranın başında bağdaş kurmuş oturuyor.
Ocaktaki ateşin aydınlığı şavkıyor yüzünde. Titrediğimi görünce gülüyor “Gel ateşe ver sırtını, şimdi ısınırsın.” diyor.
Dışarıda rüzgâr gecenin bağrını parçalıyor.
Uzaklardan da bir davul sesi karışıyor rüzgâra.
İlk defa bir sahur sofrasındayım.
Ocaktaki alevin ve gaz lambasının ışık oyunları, koyu gölgeler halinde yansıyor odanın duvarlarına.
Yer sofrasının üzerindeki tabakların gölgelerine gizlenmiş kaşıklara besmeleyle uzatıyoruz ellerimizi.
Babam “Acele edelim, imsak kesiliyor!” diyor.
Sahur davulunun sesi de gittikçe yaklaşıyor.
Odanın içindeki gaz lambasını alarak camdan, sokağın başına doğru bakıyorum.
Yolun karşısındaki evlerin küçük pencerelerinden ölgün ışıklar süzülüyor.
Nihayet bir gölge beliriyor karanlıkta.
Yüzünü gözünü sarmalamış bir adam elindeki çomakla durmadan omzuna asılı davula vuruyor.
Tam penceremizin önüne gelince ” Süleyman aaa…” diye sesleniyor.
Arap Osman’ın sesi karanlığa karışıyor.
Rahmetli Babam, “Kalktık, kalktık sağol Osman aaaa…”diye karşılık veriyor.
Davulun sesi de gittikçe uzaklaşıyor.
Gaz lambasının loş ışığında, kavut ekmeğiyle yaptığımız o sahurla başladı oruç yolculuğumuz…
Bir kış günü soğuk bir şafak öncesi…
Her seher; ocaktaki çalı çırpının çıtırtılı yanışlarına kaptırırdık gönlümüzü.
Yufka yürekli anamın tavana kadar yığdığı yufka ekmekleriyle birlikte ıslanırdı hayallerimiz.
Ateşe vererek sırtımızı, üşüyen ümitlerimizi ısıtırdık sahurun sıcaklığında.
Üstümüzde asılı duran kışlık sarı kavunların, tavanın koyu gölgelerdeki ışıltılarına gömülürdü gözlerimiz…
Rahmetli Aziz Amca’nın okuduğu lahuti sabah ezanları soğuktan büzüşen bedenimize, titreyen ruhumuza can olurdu.
Viran evlerin arasındaki o küçük mabetten yükselen ezanla birlikte gökte oluşan maneviyat bulutlarından ruhaniyet yağmurları yağardı fukara köyümüzün üzerine.
Her şey, işte o gece başlamıştı.
Anamın, içimi ısıtan sesiyle, “Oruç tutacaksan kalk oğlum!” dediği gece…
Ramazan bir ana sıcaklığı gibi gelir bana.
İlk görev yerim küçük bir kasabaydı.
Liseden mezun olduğum yıllar…
İçimde ilk defa gurbete çıkmanın burukluğu…
Görev yaptığım o küçük kasabaya bazen anam gelirdi.
Dünyalar benim olurdu. Sıcacık olurdu evin içi. Ana sıcaklığı dolardı içime.
Birkaç gün geçince; “Oğlum ben gideyim, baban köyde yalnız, mal maşat beni bekliyor.” derdi.
Biraz daha kalsan anacığım, bak ne güzel duruyoruz şurada, desem de;
“Gideyim oğlum, gideyim artık.”
Bir naylon çantaya doldurduğu eşyalarını eline alır, düşerdi yollara.
Otobüsün camına yüzünü dayar, yaşlı gözlerle bakarak giderdi.
Ben el sallardım. Onun elini sallayacak mecali de olmazdı.
Döndüğümde ev buza dönmüş olurdu..
Akşamları nefis yemek kokuları karşılamazdı beni.
Müşfik eller okşamazdı saçlarımı.
Biz o anaların çocuklarıyız…
Anaların çocuklarını özlediği gibi, çocuklar da analarını özler.
Çocukların vatanlarını özlediği gibi vatan da çocuklarını özler.
Bu yıl Ramazan müşfik bir ana gibi geldi. İçimizi ısıttı, saçlarımızı okşadı.
Bir başka hissettik onun gelişini.
Anasız, vatansız…
Her şey hazin bu Ramazan…
Ne toplu teravihler, ne hatimler, ne kubbelerden taşan tekbirler…
Dün gece diyar-ı gurbette sahura kalktım, bir bardak su içtim.
Bir sahur vaktinin o en tatlı esintileri doldu yüreğime.
Eski güzel günler geldi, oturdu içime.
Oruç tutan insan yüzü gibi aydınlık sokaklar.
Aydınlığı devşire devşire gelen o ezan sesleri…
Aman Allah’ım! Ne güzel, ne coşkulu günlerdi.
Akşama doğru, günbatımlarında…
Minareleri birbirine bağlayan mahya ışıkları şavkıdığında, gün güzel gözlerini kızıla boyadığında…
Minarelerden ezanlar kanatlanırken, sofraların başında biz…
O anlarda iftarın içimize dolan mutluluğuna, mahşerin müstakbel sevinci karışırdı.
Bu bahar sabahı içimde yine buruk bir huzur var.
Kıpır kıpır.
Bahar naraları duyuluyor her yanda.
Sen geldin ya, ey Ramazan!
Mehib yüzlü, hilal kaşlı sevgili…
Yakub’un Yusuf’u beklediği gibi…
Hastanın sabahı beklediği gibi bekledik seni…
İlk oruçta iftar ezanını, ilk görev yerinde anamı beklediğim gibi…
Yüreklerimizin yorulduğu, ümitlerimizin solduğu günlerde geldin.
Bizi soracak olursan işte gördüğün gibi…
Kimimiz hapiste, kimimiz sürgünde, kimimiz kara toprakta…
Seni bu sene mabetlerimizde ağırlayamayacağız.
Affet bizi.
Zaten biz buna nice zamandır layık değildik.
Ama evlerimizde yüreklerimizde misafir edeceğiz.
Gerçi birkaç yıldan beri mabetler bizim için hep mahzundu.
Kullar bizi kovdu.
“Gidin” dediler, “siz buraya layık değilsiniz, hangi yüzle geldiniz.”
Biz belki layık değildik ama karar verici onlar değildi.
Mabetlerle aramıza nicedir kalın duvarlar ördüler.
Beş vakit okunan ezanları uzaklardan hazin hazin dinledik.
Cumalarsa bizim için hep mahzundu.
Sela sesleri sanki bizim üzerimize okunuyordu. Diri diri gömülmenin ne demek olduğunu öğrendik.
Sonra, Allah bizi kovanları da kovdu…
“Gidin, dedi, temizlenin gelin, barışın, helalleşin!”
Biz bunu başaramadık.
Dünya kurulduğundan beri Allah’ın kullarına kapıları hep açık olan Kâbe de kapılarını kapattı.
Peygamber Mescidi’nde türbedarlar dışında kimse kalmadı.
Mescidi Aksa hiç bu kadar mahzun olmamıştı. Kapısında eli silahlı askerler nöbette.
Bu sene hapishanelerin koğuşları dışında toplu ne teravih, ne hatim, ne salavat, ne sahur var.
Bir Tek Yusuflara Tanındı Bu Hak.
haruntokak@gmail.com