Müptelay-ı Gama Sor Geceler Kaç Saat
“Şeb-i yeldayı müneccim muvakkit ne bilir?
Müptelâyı gâma sor geceler kaç saat”
Günler bahara durmuştu. Yaklaşık yarım saat kadar süren kısa bir yolculuktan sonra arabamız evimizin önündeki sokak lambasının altında durdu.
Yol arkadaşım arabayı her zamanki yerine park etti. Arabadan indik. Saçlarını gurbetlerde ağartmış olan yağız delikanlı arabanın bagajını açtı. İçerisi kitap doluydu. İçlerinden birisini aldı ve bana doğru uzattı.
Sokak lambasının aydınlığında baktım kitabın kapağına.
“Dert Musikisi” yazıyordu.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin son kitabıydı.
Dün akşam “Kuzey Işıkları” adlı Youtube kanalında ilk bölümü yayınlanan ve uzun soluklu bir program olacağını tahmin ettiğim “Kutup Yıldızları programı” için bu günlerde Hocaefendi ile ilgili okumalar yapıyorum.
“Ol mahiler ki derya içereler, deryayı bilmezler” sözü tam da benim gibiler için söylenmiş olmalı.
Malum kutup yıldızları en karanlık en fırtınalı gecelerde bile insanın içini ısıtan, sımsıcak bir gülümseme ile hep aynı yerinde dururlar. Durular ki yollarını şaşıranlar onlara bakarak yol ve yönlerini bulsunlar.
Hocaefendi ile ilgili bu güne kadar pek çok tanımlar yapıldı. Kadim ulema geleneğinin son temsilcisi, Evren Öğretmeni, Çağdaş Mevlana, Ufuk insan, mefkûre adamı, Türk Einstein’ı, Yüce fikir çınarımızın günümüze uzanan dalı… Ufkumuza doğan Güneş, İslam’ın gülen yüzü…
Ama ben derim ki onun en bariz vasfı bir ıstırap insanı olması.
Yüreğindeki yangınlarla yarınlara yürüyen bir ufuk insanı.
Asrın büyük çilekeşi Batı’ya sürgün giderken Erzurum’un Korucuk köyünde Hocaefendi’nin dedesine ait handa birkaç gün misafir olur. Köyün talihli insanlarından Münir Efendi yatması için yatak, yemesi için yemek getirir. Sabah geldiğinde yatak hiç bozulmamış, yemekten de sadece birkaç kaşık alınmıştır.
“Üstadım bu gece hiç uyumamışsınız.”
“Âlem-i İslam’ın derdi bende ne uyku bıraktı ne iştah.” Der.
Geçtiği yerlere ektiği ıstırap tohumları sanki en görkemli meyvesini Hocaefendi de vermiştir.
Onu hep ıstıraplı hep gözü yaşlı gördük.
Bugün bir Leyla gibi ülkelerini seven on binlerce gencin Mecnunlar gibi gurbetlerde ihtiyarlamasında en büyük saik onun bir ıstırap insanı olmasıdır.
Milyonlarca gencin yüreğine ekilen ıstırap tohumları, kışın karına buzuna direniyor.
Tohum direnir. En şiddetli kışlara bile sabırla direnir. Toprağın bağrında baharı bekler.
İlkin Edremit’teki Mahkeme Camiinde ağlarken gördüm onu.
Bir ömür boyu insanlığın derdine ağlayışına sadece onu dinleyenler değil aynı zamanda minareler, minberler, mihraplar, kürsüler, seccadeler, geceler, pencereler, tahta kulübeler de şahit.
Sızıntı Dergisi, 1 Şubat 1979’da başladığı yayın hayatında ilk kapak resmi olarak ‘Ağlayan Çocuk’ tablosunu kullanmıştı.
Hocaefendi’nin başyazısı, “Bu ağlamayı dindirmek için yavru” adını taşıyordu.
1979’da ‘Ağlayan Çocuk’ kapağıyla piyasaya çıkan derginin büyük ilgi uyandırmasının ardından “Ağlayan Çocuk” resmi ülkenin dört bir yanına dağıldı. Minibüslerin, otobüslerin arkasına poster olarak asıldı. Parti örgütleri bu resmi duyurularında kullandı.
“Ağlayan Çocuk” resmi seksenli yıllarda İtalyan ressam Bruni Amadio tarafından çizilmişti. Resim bir anda dünya çapında üne ulaşmıştı. Şehir efsanelerine göre 1985’de yanan bir evden tek kurtulan şey bu “Ağlayan Çocuk” portresidir. İngiliz itfaiyeciler pek çok yangında bu tablonun reprodüksiyonlarının zarar görmeden kurtulduğunu öne sürmektedirler.
Hocafendi 1979’daki o ilk başyazısına, “Senin için bu yola atıldık yavru” diye başlıyor.
Denebilir ki Hocaefendinin aksiyonunda en önemli dinamiği çile ve ıstırap oluşturur. Çile ve ıstırap, bir bakıma onun fikir ve düşüncelerinin mayası gibidir.
“Bir fikir ki sıcak yarada kezzap,
Bir fıkır ki beyin zarında sülük.
Selam selam sana haşmetli azap;
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.”
Sanki koca Üstad bu dizeleri onun için yazmış gibidir.
Hocaefendi’nin bütün varlığı çile ve ıstırapla yoğrulmuştur. Buna, onu az da olsa yakından tanıyanlar şahit olduğu gibi, yazılarına az göz atıp, sohbetlerine az kulak verenler, çile ve ıstırabın onun hayatında nasıl bir yer tuttuğunu görürler.
Ona göre, bir kere olsun, sahip olduğu şeyler uğrunda aç-susuz kalmayan, yurdunu, yuvasını terk etmeyen, belli bir dönemin zarurî sarsıntılarına, sıkıntılarına maruz kalmayan ıstırapsızlardan, hayatlarını, madde ve konforun levsiyatı içinde geçiren ham ruhlardan hiçbir fedakârlık beklenemez.
Çile ve ıstırap, onun hayat ve karakterinin en önemli bir boyutu olduğu gibi, onun aksiyon düşüncesinde en derin yeri tutar.
“Dertten çatlamayanlar karşısında bazen insanın çatlayası geliyor…” der.
Kırık Mızrab adını verdiği kitabındaki şiirlerinde de ıstırap temasının çokça işlemektedir.
Kırık Mızrab, adeta ıstırabın tebessüm eden çehresi gibidir.
Ağla gözlerim ağla, ırmaklarda gün dönsün!
Ağla, vadiler Nil, dağlar ‘Tûr-i Sînâ’ olsun!
Ağla ki, İbrahim’i saran ateşler sönsün!.
Ve yeşeren asâ ile sihirler bozulsun.!
Kaldığı pencerelerin, tahta kulübelerin, odaların bir dili olsa da gecelerde yaşananları bir anlatsa.
Yalvarışlar, yakarışlar, gözyaşları ile ıslanan seccadeler…
Dualar… Dualar…
Tek tek sayılan insanlar, ülkeler…
Bütün dünya ülkeleri tek tek sayılırken iki ülkeye gelindiğinde zabt edilmeyen hıçkırıklar…
Dertli dertli yakınmalar, ağlamalar…
Bazen gamlı gamlı mırıldanmalar…
Sefinem gark oldu dert deryasına
Sahrâ-yı sînemi sel aldı gitti
Onun ıssız bir odada mırıldandığı ve yarım bıraktığı besteyi dünya çocukları tamamlar.
Yeni bir dünya kuran, yüzleri pırıl pırıl gençler.
”Hayır! Sefinen gark olmadı. İşte bizler buradayız ve dimdik ayaktayız.
Şimdi haramilerin harap ettiği minyatür bir hatıralar müzesini andıran FEM’in üzerindeki Beşinci Kat’ın en anlamlı levhalarından birisi hiç şüphesiz “ıstırap” şiirinin yazılı olduğu levha idi.
“Istırap, gece yarısında vuran gonk gibi,
Tın tın öter, hoplatır yüreğimi âniden”.
Evet…
Şeb-i yeldayı müneccim muvakkit ne bilir?
Müptelâyı gâma sor geceler kaç saat”
haruntokak@gmail.com