UĞUR TEZCAN-TR724.COM
Bazı yazılar vardır; yazması çok zordur. Yazıya harç olacak duyguları ifade etmekte zorlanacağınızı çok iyi bilirsiniz daha yazıya başlamadan.
Kelimeler boğazınızda düğümlenir adeta. Bazı yazılar da vardır; doğaları itibarıyla ifade etme kabiliyetinizin sınırlarının da ötesinde birtakım girdapların içine sürüklerler sizi. Yazmakla yazmamak arasında duygusal bir uçurumun kenarına getirip bırakırlar sizi; sanki A’raf’ta imiş gibi hissettirirler kendinizi!
Yukarıdaki başlığa sebep olan bu yazı, önceleri beni bu tarz çelişkilerin içine çeken bir yazı kapsamında idi. Aslında yaklaşık dört yıl önce yani 15 Temmuz 2016 darbe tiyatrosundan birkaç gün sonra yazılmıştı zihnimde. Hepiniz gibi benim hayatımda da dönüm noktası olan o çalkantılı günlerde bir mecliste ağzımdan dökülüvermişti başlıktaki ifade: ‘’Hocaefendi’yi yalnız bırakamam’’ demiştim o (dost) meclisinde! Yine başlıkta gördüğünüz ‘neden’ ifadesini şimdi ekledim ki sizlere o zamanki duygularımı aktarmama vesile olabilsin.
Başlıkta bana ait olan sözü hiçbir yazımda kullanmayı düşünmüyordum bu nedenlerden ötürü. Bir mecliste dudaklarımdan dökülen o ifadeyi içimde tutmaya çalıştım dört yıl boyunca. Geçenlerde Ahmet Kurucan Bey, ’’hangi saftayım’’ başlıklı bir yazı yazınca açıkça itiraf etmeliyim ki kendimde hem bir cesaret buldum hem de bir sorumluluk yükü hissettim omuzlarımda. Belki de yaşanmış bazı gerçekleri, söylenmiş bazı sözleri ifadelere döküp sonra da onları zamanın akıntılarına bırakmak gerekiyordu, kim bilir!
Hissettiğim bir sorumluluk da çocuklarıma karşıydı. Benim 15 Temmuz’dan itibaren hak ve adaletin savunulması yönünde yaptığım önemli seçim, onların da hayatlarını etkilemişti nihayetinde. Sadece benim ve eşimin etrafımızdaki ‘dost’ sandığımız insanlar değil, çocuklarımın arkadaşları da silinip gitmişti hayatımızdan aniden. Ne olduğuna, önceden çok sevdikleri ve Amerika’nın hala aynı küçük kasabasında birlikte yaşadıkları arkadaşlarını neden göremediklerini hiç doğru dürüst anlatamamıştım onlara; anlamazlardı da zaten! Babalarının, başlıktaki söz ile yaptığı bir seçimin kurbanları olmuştu onlar da ve bir gün büyüdüklerinde bunu okuma imkanı vermeliydim onlara; benzer yaş ve konumdaki yarının büyükleri olacak diğer çocuklarla birlikte.
Evet! Bu söz benim ağzımdan çıkmıştı hem de hiç beklemediğim bir anda. Planlanmış bir söz değildi. Erdoğan’ın derin devlet uzantısı olan suç örgütleri ile el birliği ederek uzun süredir fırında pişirdikleri fitne kazanları 2012 yılında başlayan (Erdoğan’ın) yolsuzluk davaları zamanından itibaren çevremdeki bazı insanları etkilemeye başlamıştı. 15 Temmuz 2016’ya geldiğimiz güne kadar da özellikle Yenişafak ve benzeri gazetelerde çıkan haber ve köşe yazılarında imtina ile işlenen istihbarat kaynaklı yazılar vasıtasıyla da onların algı dünyaları çoktan zarar görmeye başlamıştı. Ta o zamanlardan bunları farkettiğim için; o insanların yanında bu noktalara özellikle dikkat çeker; çaktırmadan, o art niyetleri dikkatlerine sunmaya çalışırdım. Ancak herkesin bildiği üç-beş Hizmet terminolojisi ve sistemik bilgilerin arasında fitne odaklı bazı bilgiler de işlendiği için onlar bunlardan çok etkileniyorlar ve Hizmeti iyi bildikleri halde bu algı operasyonlarından kendilerini koruyamıyorlardı. O yazılanları baz alarak ‘kanaat’ belirliyorlardı. Erdoğan’ın dindar kişiliği konusunda ettikleri hüsnü zannı yaklaşık 20-25 yıldır çok daha yakından tanıdıkları insanlar hakkında artık yap(a)mıyorlar ve bunu yaparken de, çoğu zaman farketmeden, o Havuz medyası operasyonlarının dil ve argümanlarını kullanıyorlardı.
İçlerinde 15 yıldan fazla bir süredir tanıdığım, sevdiğim, dost bildiğim insanlar da vardı. Darbe’den henüz birkaç gün geçmemişti ki beni ve eşimi sosyal medya dahil her türlü ortamdan dışladılar. Zaten aralarında lider tipli birkaç kişi öyle davranınca daha zayıf karakterli olan diğerleri de grup psikolojisi ile hareket ederek ilişkilerini anında kesivermişlerdi. Bu konudaki bazı hislerimi daha önce ‘Süreç ve Allah için sevmek’ ve ‘Hocaefendi, yalnızlık, AKP zulmü ve ben’ başlıklı yazılarda ifadeye çalışmıştım. Bu ikincisinde anlattığım bir örnekte de göreceğiniz gibi, bu ‘dost’ sandığım insanlardan bir tanesi yaptığım tercihten çok rahatsız olmuş olacak ki etrafımdan sonradan çekilen bazı insanlara ‘’Uğur hocayı yalnızlığa terk edin ki hatasını anlasın’’ demiş. İşte böyle günlerdi! Darbeden sadece birkaç gün sonra dostluk kıyılarına bir tsunami gibi çarpacak olan bu yeni fitne döneminin ilk günlerinden birinde işte o eski dost bildiğim insanların meclisinde bir araya gelmiştik.
Gruba liderlik eden ve herkesin sayıp değer verdiği kişi 2012 yılından itibaren biriktirdiği tüm önyargıları oracıkta boşaltıvermiştii ve Hizmetten ayrıldığını ilan etmişti. Diğerleri de ya açıktan ya da halleri ile aynı durumda olduklarını ifade ve beyan ettiler. Erdoğan’ın son derece saldırgan ve tehditkar ifadelerle Hizmet insanlarını darbeden sorumlu tutmuş olmasının kalplerde yarattığı büyük korku ve endişe onları böyle bir konuma itmiş, son birkaç yıldır zemini hazırlanan fitne ateşleri, bir yanardağ gibi o gün patlayıvermişti. ‘Önyargı’ lavları öfke ateşleri saçarak vicdan ve idrak tarlalarını yakıp geçiyordu gözlerimin önünde.
Odanın köşesinde şaşırmış bir halde bekliyordum. Herkes konuşuyor ben susuyordum. Oysa içlerinde en hararetli karakter bendim. Havuz medyası misali içlerinde birikmiş olan o tüm öfke, önyargı, düşünce ve itham lavlarını odanın ortasına döküveriyorlar ve birbirlerinin korku ve endişeyle rüzgarlarıyla dalgalanan fikir ve vicdan tarlalarını karşılıklı tutuşturuyorlardı. Hayretle izliyordum! Bu bir süre böyle devam etti. Oysa yıllardır hep ‘mülayim’ ve ‘uyumlu’ karakterli olanlar onlardı. Yıllar sonra böyle bir olay olsa aranızdan ilk kim ayrılır diye sorsanız muhtemelen hepsi beni işaret ederlerdi. Zira kabına sığmayan karakterim gereği, yanlış yapıldığını düşündüğüm her konuda fikrimi beyan etmekten ve eleştirmekten asla çekinmeyen bir insan olduğumu, bazen yetkili kişilerin dinlemediğini düşünürsem daha üstlere bile çekinmeden çıkan bir kişiliğe sahip olduğumu, hatta doğru bildiği değer ve prensipleri savunduğu için makamı bile düşürülmüş, hep köşede tutulmaya ve görmezden gelinmeye çalışılmış bir insan olduğumu hepsi bilirlerdi.
Oysa o gün öyle olmadı; olamazdı da! Neredeyse hepsi ayrıldılar; ama ben kaldım. O güne kadar hakkında ‘’ama o zaten körü körüne bağlı’’, ‘’tarafgir, o yüzden göremiyor’’, ‘’kutsuyor’’ vs. diyemeyecekleri belki de en net insan olarak karşılarında bulunuyordum ve bunu da iyi biliyor olmalıydılar.
Gündemi değişik kaynaklardan çok iyi takip etmeye çalışan, olaylara mümkün mertebe sosyoloji ve psikoloji dürbünüyle bakmaya çalışan birisi olduğumu biliyor olmalıydılar. Hiçbir düşüncenin bağnaz bir sacunucusu olmayacağımı, hele hiçbir insana ve fikre kayıtsız bir bağlılık sağlamayacağımı da bildiklerini düşünürdüm hep. Hizmet ile olan ilişkisi yönüyle hepsinden daha kenarda olan, belki de en objektif olduğunu düşünmeleri gereken kişi bendim aralarında. Algı operasyonlarından etkilenmesi gereken ilk insanlardan olmam gerekirdi.
Onların o an için inanmak istedikleri şekilde değil; yani ’sevdiği insanlara toz konduramayan saf bir tarafgir’ olarak değil, gündemi, sosyolojiyi, tarihi ve psikolojiyi bir pusula gibi kullanarak kendime bir yön çizmeye çalışıyor ve mevcut prensip ve kabiliyetlerimi o yönde bilemeye gayret ediyordum. İçine düştükleri panik hali ve acizlik beni çok üzmüş ve kalbimi sıkıştırıvermişti. İşte tam da öyle bir anda dudaklarımdan başlıktaki söz dökülüverdi: ‘’Böyle bir dönemde Hocaefendi’yi yalnız bırakamam!’’ ve ekleyerek devam ettim. ‘’Kendilerini çok iyi tanıdığım yüzlerce abi dediğim insanı ve arkadaşımı böyle bir dönemde yalnız bırakamam!’’ Erdoğan’ın ne tür bir yalancı olduğunu ve hangi tezviratlarla ne tür amaçlar peşinde olduğunu, bu uğurda kimlerle iş birlikleri yaptığını çok iyi bildiğimi tekrar hatırlattım. ‘’Böyle bir fitne ve zulüm döneminde ben bu insanları yalnız bırakamam’’ dedim. ‘’Çünkü karşı tarafı ve motivasyonlarını çok iyi tanıyorum’’ diye de ilave ettim. Zaten daha önceki yazılarımda da anlattığım bazı rüyalarım vardı ve Erdoğan kaynaklı çok büyük bir fitne ateşinin Hizmet insanlarına da Türkiye’ye de büyük sıkıntılar yaşatacağına, ama bunların bir gün Gayretullah’a dokunacağına (rüyalarımda net gördüğüm şekliyle) inanıyordum.
Dudaklarımdan o sözlerin döküldüğü o anda benim için Hocaefendi’nin de yanındaki insanların da kimlikleri hiç önemli değildi. Şuur dünyamdan geçirmeden kalbime hiçbir his akıtmamaya gayret ediyordum. Nettim! Tıpkı Ahmet Kurucan’ın yazısında ifade ettiği gibi bu, kişilerle, bir tarafgirlikle alakalı değil; bir zulümle, bir haksızlıkla alakalı idi ve ben planlamamış olsam da şuurumdan bir anda dökülüveren ifade bu olmuştu. Kurucan gibi bir ilmim olmadığı için benim zihnimden belki Habiller’den, Nuhlar’tan ve İbrahimler’den başlayan bir hak ve adalet savunuculuğunun günümüzdeki temsilcilerine kadar uzanan bir silsile akmamış olabilirdi; fakat benim küçük hayat penceremden, o cılız kalbimden yansıyan tercih bu olmuştu. Ben Kurucan’ın ifade ettiği İbrahim’lerin safında olmaya bile layık olmayan küçük biriydim belki ama, onun hikayesinde geçen ve ateşi söndürmek için küçük gagası ile su taşıyan o minik kuştum. Benim gibi küçük bir insanın yaptığı seçim, olmak istediği taraf işte buydu! O kuş misali, ‘’tarafımız belli olsun!’’ demenin bencesiydi!
Zira küçüklüğümden beri hep fitnelerin, itilmişliklerin, yalancı, hayat karartan, haksızlıklar yapan ve düşene vuran insanların arasında geçmişti ömrüm. O yüzden benzer fitnelere karşu son derece hassas, temkinli ve hazırdım. Yalancı bir insanın tezviratları ile kesin hüküm ve kanaatler geliştirerek haksızlığa maruz bırakılmış insanları yalnız bırakamazdım. Onlar zulüm görürken vicdanımı aklayacak bazı mazeretlerin ve düşünce kırıntılarının ardına saklanarak korku ve endişe ile hareket edemezfim. Fırtına döneminde iyi nietli insanların ellerini bırakmak, zalimin küfürleri hala etrafta yankılanırken dostları yalnız koymak bana yakışmazdı. Zaman; birlikte, hukuksuzluğa, adaletsizliğe ve hırsız bir düzene karşı mücadele etme zamanıydı bana göre.
İçimden bir yandan bu tarz duygula akarken diğer yandan da aslında kendimin ne kadar küçük ve aciz bir insan olduğum hakikatı da kendi varlığını hep hissetitiyordu bana. Yoksa benim gibi bir insanın Hocaefendi gibi bir insanı yalnız bırakması da bırakmaması da hiç bir değer ifade etmezdi. Benim açık desteğim ne bir salih kula herhangi bir fayda getirebilirdi, ne de bir zalime zarar verebilirdi; minik bir kuşun gagasında taşıdığı bir damla suyun ne bir insanın susuzluğunu bastırmaya, ne de bir ateşi söndürmeye yetmeyeceği gibi…
Dudaklarımdan dökülen o söz; Hocaefendi’nin şahsına karşı duyduğum vefa duygusundan çok öte bir duyguydu benim için o an adını koyamadığım. Belki de Kurucan’ın o yazısında resmedilen kutsi mücadele silsilesinin, o düşünce örgüsünün, o hak ve adalet hassasiyetinin ve zulme ve haksızlığa karşı taraf belirlemenin temsil ettiği hakikat denizinden gönlüme düşen bir damlacık idi o kadar! Gagam da da onu taşıyordum ve sıkıntı anında ağzımdan dökülen de o bir damla hakikat kırıntısı olmuştu!