ŞEMSİ AÇIKGÖZ-KRONOS
Zihnim, vatanımdan ve hatıralarımdan yıllardır ayrı kalmış bir sürgün olmamın bedelini, yaşanmışlıkları hatırlatmayarak çıkarıyor karşıma. Yakup abi ile ilgili yazı yazmak için bilgisayar başına geçtiğimde de aynı durumu yaşadım. Hatıraların beynime üşüşmesi gerekirken, cimrice bir tavırla kısıtlı anılar dökülüyor yazıya…
Yakup abinin hep, kendinden emin, vakarlı, muhatabına güven veren yürüyüşü geliyor gözlerimin önüne. Şöyle kolları, heybetli bedeninin yanlarından ağır ağır ve senkronize bir şekilde bir öne bir arkaya hareket ederdi. Acelesi olmayan, her adımının hakkını veren ama yavaş da olmayan bir yürüyüş…
Sonra tane tane konuşması. Sesinin her tonuna sinen nezaketle çözüme kavuşturmadığı mesele yoktur adeta. Hem de kimseyi üzmeden, kırmadan…
Onu kızgın bir ruh haliyle görmemiştim sanırım. Yüzü hep güleçtir. Hatta haksız, hukuksuz, zorbaca tutulduğu cezaevinden ve mahkeme salonlarından yansıyan fotoğraflarında da durum hiç değişmedi. Yapılan zulme karşı, en sessiz, en estetik protestoyu yapıyor ve gülümsüyordu…
Ne ağlıyor ne sızlanıyor ne de merhamet dileniyordu, adaletsiz, adalet dağıtıcılarından. Sadece gülümsüyordu hakkında verilen karara…
Ve gülümseyişiyle meydan okuyordu, adaletsizliğe, zindanın karanlık yalnızlığına, kula kul olanların omurgasızlıklarına…
Ve hatta gülümseyişiyle umut oluyordu ‘dışarıdaki’ dostlarına…
AVUKAT ÇOCUKLARININ İLK MÜVEKKİLLERİ BABALARI!
Yakın zamanlarda bir mektup yazmıştım Yakup abiye. Cevabi mektubunda yazdıklarından satırlar aktarmadan önce başka bir yönünü daha anlatayım izniniz olursa.
Yakup abi, muhtemelen adalete verdiği kıymet sebebiyle ya da adaletin uzun yıllardır eksik olduğu ülkede adalet dağıtsınlar umuduyla iki çocuğunun hukukçu olarak yetişmesine vesile oldu. Kadere bakın ki, mezuniyetlerine bile katılamadığı evlatlarının avukat olup ilk savunacağı kişi, mazlum babaları olacakmış…
Tarihe not düşülecek bir hikâye…
Çocukları avukat cübbesi ile babalarını savunurken, Yakup abiden mahkeme salonundaki duygularını dinlemeyi çok isterdim. Eminim ki ne hâkimin sözlerini duyuyordu o an mahkeme salonunda ne de heyecanla yapılan savunmaları…
Zaman donmuştur eminim ve Yakup abi gözünün nuru evlatlarının kendini savunan sihirli kelimeleri arasında, onların sevinçlerini, hüzünlerini konuk etmiştir hatıralarına.
“YAŞAMADIĞIMIZ GÜZELLİKLER YAŞIYORUZ”
“Kimisinin hapishane, kimisinin dipsiz kuyu, kimisinin de Medrese-i Yusufiye (ki ben de bunu tercih ediyorum) dediği yerden bahsetmek istiyorum.” diyerek başlıyor mektubuna ve şöyle devam ediyor Yakup abi, “Mevla bize yaşamadığımız güzellikler, kalp sekinesi ve huzur yaşattı burada. Bedenimiz tutsak oldu ama ruhumuz kanatlanıp pervaz etti. Belki bedenden kopmadı ama hapishaneye de doğru dürüst uğramadı da.”
Artık cezaevinde günlerini saymadığını da söylüyor asil adam, “Bin günü epey geçti sanırım.” diyor sadece.
Silivri’nin en güvenlikli bölümünde kaldığını söylüyor Yakup abi. ‘Güvenlikli’ sıfatını ‘ağır suçluların konulduğu yer’ olmasından alıyormuş.
Koğuşları tek veya 3 kişilikmiş. Zaman zaman koğuş değişikleri de oluyormuş. Kaldığı yerleri ve oradakileri şöyle tasvir ediyor, “Bir yıldan fazla zamandır Erkan Acar ve Oğuz Usluer ile birlikte kalıyoruz. Bulunduğumuz koğuşa ses mesafesinde, B27’de Mümtaz’er Türköne, B12’de Mustafa Ünal, Ercan Gün, B17 veya 18’de Ahmet Altan ve Cemal Kalyoncu var. Biraz daha uzakta ve çok bağırdığımız zaman sesimizi duyurabildiğimiz mesafede, A27’de Hüseyin Aydın, Mutlu Çölgeçen, A35’te Habip Güler, Yetkin Yıldız, Yakup Çetin, A37’de Cuma Ulus, Ufuk Şanlı, Seyit Kılıç var.
Gözden ve sesten uzakta ama gönle en yakın yerde, ileriki koridorlarda Fevzi Yazıcı, Emre Soncan, Nuh Gönültaş, Bayram Kaya, Faruk Akkan yatıyor. Ve Ünal Tanık, Sait Kuloğlu, Ahmet Memiş var. Hidayet Karaca da burada. İki Barışı da buraya getirdiler. Bir iki sefer avukat görüşünde karşılaştık. Terkoğlu mütebessim biri. Selam verip selam alıyor. Kısmetse bir dahaki mektupta bizim ortamımıza da anlatırım. Tanıdık, tanımadık tüm dostlara baki selamlar.”
Mektubunu bu şekilde sonlandıran Yakup abi neden yıllardır Silivri zindanlarında biliyor musun?
Şöyle ki; o, gazetenin marka pazarlama direktörü iken, bir ajansa reklam filmi hazırlatır. Bu reklam toplantısına gazeteden de Yakup Şimşek ve Fevzi Yazıcı katılır. Ajans, reklam filmini bir siren sesi ile başlatır. İşte ülkede adaletin terazisinin kırıldığı anlardan birisi de bu andır. Hâkimler(!), ‘Siren sesinin darbeyi çağrıştırdığı inancıyla’ ellerinde hiçbir kanıt olmadan Şimşek ve Yazıcı’yı tutuklar. Hiç ilgileri olmayan o siren sesinin bedeli Yakup Şimşek ve Fevzi Yazıcı için yaklaşık 4 yıl 4 duvar arasında esir tutulmak olur.
Dile kolay 4 bahar çaldılar hayatlarından.
Bin bilmem kaç gündür çocuklarının gülümsemesini çaldılar…
Ve hâlâ çalıyorlar.
Babası, Yakup abi ilkokula başladığı yıllarda Almanya’ya gurbete gitmiş ve yaklaşık 20 yıl sonra kesin dönüş yapmış. Anlayacağınız hayatının baba ile geçirilmesi gereken en güzel yıllarını baba hasretiyle geçirmiş. Küçük yaşlarda kaderin ayrı tuttuğu baba ile oğlu, ölüm döşeğinde ise, belki de yüreğinde baba sevgisi olmayan adamlar ayırıyordu.
Babasının ölüm döşeğinde olduğunu belirterek, ‘dünya gözüyle son bir kere görüp helalleşmek için’ izin istedi kendisini oraya kapatan iradeden.
Heyhat!
Dağlar taşlar duydu da karar vericiler duymadı maalesef. Babasını son bir kez dahi göstermediler ona. Kabri başında Fatiha okutmadılar…
Hayatının ilk yıllarında hasretiyle yandığı babacığını son anında da göstermediler…
Gözyaşlarına bir Rabbi bir de dört duvar şahit oldu…
Bütün bunları yapanlar bile, onun cevher yüreğinden sevgiyi atıp kin ve nefret tohumları atamadı, hayat ışığını söndüremedi.
Hep sabretti.
Sabrettikçe de gülümsedi, yüceldi…
Çünkü biliyordu ki, insanın her şeyini çalabilirsiniz. Gazetesini, malını hatta zamanını…
Ama gülümsemesini asla…