Sidney’den uçağımız Amerika’ya havalandığında bunun bir günden fazla sürecek yorucu bir yolculuk olacağına kendimi hazırlamıştım. Bunun yanında Avustralya ve Amerika arasındaki saat farkından dolayı zamanda 16 saat geriye gidip aynı günü iki kere yaşamak da oldukça heyecan verici olacaktı.
Bu 16 saatlik geçmişe yapılan yolculuğun beni aslında 20 yıl geriye götüreceğinden henüz haberim yoktu. Uçağın camından Newyork’un geceyi aydınlatan parlak ışıklarını gördüğümde tek düşünebildiğim yorgunluktan iyice bitkin düşmüş bedenimi, en kısa sürede kalacağım otele atmaktı.
Bir grup öğretmen arkadaşımla birlikte bir eğitim semineri için Amerika’ya gelmiştik. Daha şimdiden saatler gece 11:00’i geçmiş, hepimizin gözleri uzun süren yolculuktan kapanmaya başlamıştı. Ertesi gün sabah 09:00’da seminerimiz vardı ve biz hala ayaktaydık.
Bizi karşılayıp otelimize götürmek için gelen Türk arkadaş, bavullarımızı bagaja yerleştirdikten sonra aç olup olmadığımızı sorduğunda “Bu yorgunlukta yemeği kim düşünür?” diye içimden geçirmeme rağmen ne kadar yanlış düşündüğümü o zaman anladım.
Ben hariç gruptaki herkes açtı ve önce yemek istediklerini söylediler. Tüm sızlanma ve hatta tehditlerime rağmen kimse beni dinlemedi ve arabamızın yönü otelden bir pizzacıya doğru çoktan çevrilmişti bile.
Bu pizzacının bana o sıralarda nasıl bir sürpriz hazırladığından haberim yoktu. İster istemez ortama uymuş, hatta karnım bile acıkmaya başlamıştı. Bu arada şoförümüz İbrahim Beyle de tanışmış, koyu bir sohbete başlamıştık bile.
Yüzünden tebessüm eksik olmayan, babayiğit cüssesine rağmen bir pamuk kadar yumuşak ses tonuyla ve oldukça kibar konuşan İbrahim Beyin, eskiden bizim gibi bir öğretmen olduğunu öğrenince hepimiz şaşırdık. Yıllar boyunca dersanelerde matematik öğretmenliği yaptığını ve Amerika’ya geleli henüz 3 ay olduğunu söylediğinde ise şaşkınlığımız daha bir artmıştı.
Darbe oyunu sonrası evinden nasıl apar topar alındığını, yaz sıcağında kaloriferlerin açılarak ortamın iyice cehennem sıcağına çevrildiği nezarethanede günlerin nasıl geçtiğini, kuru bir ekmek ve sudan başka bir şey bulamadıkları o anları, sonrasında Silivri cezaevinde suçsuz yere yatılan 2.5 yılı ve en sonunda da Yunan adalarından geçip ta Amerika’ya kadar nasıl geldiğini sanki huysuz bir çocuğu rahatlatmak için anlatılan bir masal edasıyla hatta arada bir espriler yaparak öyle bir anlatmıştı ki onun bunca yaşanan acıdan sonra böyle teslim ve tevekkülle konuşması hepimizi allak bullak etmişti.
Şimdi ne yapıp geçimini nasıl sağladığını sorduğumuzda ise yine aynı rahatlık ve tevekkülle “Gece yarısı 3’te başlayıp 7’ye kadar bir fırından ekmekleri alıp marketlere dağıtıyorum. Öğleden sonra da sizi götüreceğim pizzacıda siparişleri teslim ediyorum. Bir de buraya gelen arkadaşlar olursa arabamla onları alıp gidecekleri yerlere götürüyor ve gezdiriyorum.” dediğinde onun bu neşeli anlatımı aslında hepimizin gönlünde bir sızıya yol açmıştı.
Yol bitip pizzacıya geldiğimizde ise bizi güleryüzlü, sevecen Arap sahibi karşıladı. Saatler geceyarısına yaklaşırken hem bir yandan pizzalarımız hazırlanıyor hem de bu sırada bizim gelmemizle birlikte durmadan çalmaya başlayan telefonlardan yeni siparişler yağıyordu. Dükkan sahibi gelen telefonlardan memnun “Allah sizinle bereket de yolladı.” diye bize iltifat etmeye başlamıştı.
Bu sırada ben de “Acaba bu siparişleri kim teslim edecek ki; içeride bir çalışan da yok, İbrahim Bey de bizimle, şu an vardiyası da değil.” diye düşünürken birden kapı açıldı ve içeriye “o” girdi.
Aradan 20 yıl geçmesine rağmen hemen tanıdım. Çok değişmiş sayılmazdı, saçları biraz seyrelmiş, elbette bir kısmına aklar düşmüş, yüzünde ise derin çizgiler oluşmuştu. Ama hala hızlı, atik ve cevvaldi. Elindeki büyük teslimat çantasını tek bir hareketle havada sallayıp döndürdükten sonra tezgahın üzerine bırakırken gözlerimiz birbirine takıldı.
Ben ona bakıp “Murat Hocam nasılsın?” dediğimde Newyork’ta, bir kenar mahalle pizzacısında, 20 yıldır görmediği bir arkadaşını görmenin şaşkınlığı içinde bana bakıp sarılırken Allah’a hamdederek “Şükür, iyiyim.” dedi. Bu arada herkes merakla bize bakıyor ve neler olduğunu ve nereden tanıştığımızı anlamaya çalışıyordu.
Onu ilk yirmili yaşlarının ortasında heyecanlı bir fizik öğretmeni olarak tanımıştım. Bekar öğretmenlerle kaldığı evde bile fazla bulunmaz, neredeyse gece yarılarına kadar yurtta çocuklarla ilgilenir, onların sorularını çözer, ders anlatır, kendi elleriyle maklube yapar, çaylarını demleyip dağıtır, sohbet ederdi.
İlk derste kendisini öğrencilerine Newton’un ikinci yasasını tahtaya yazarak tanıtır, “f=m.a” yani “Fizik= Murat Aslan” derdi. Onu dershanede de asla boş göremezdiniz. Ya koridorun başında ya kantinde ya da boş bir sınıfta hep öğrencileriyle bulunurdu. Öğretmenler odasına pek uğramaz, arada bir gelip kafasını kapıdan uzattığında da “Çay içmekten başka bir işiniz yok mu sizin?” diye takılırdı.
Şimdi tezgahın arkasında götüreceği siparişleri hızla hazırlamaya çalışırken ben onun nasıl efsane bir fizik hocası olduğunu, Türkiye derecesi yapmış çocuklara nasıl rehberlik ettiğini ve zamanında nasıl gecesini gündüzüne katıp çılgınca koşturduğunu anlatıyordum. Arada bir bana tebessümle bakıp biraz da utanarak “Estağfurullah” demesi ise yıllardır değişmeyen karakterinin gereğiydi.
Gelmesinden sadece 10 dakika sonra teslim edeceği siparişlerini hazırlamış ve yola çıkmaya hazırdı. Gözüm saate takıldığında vaktin geceyarısını geçtiğini gördüm. Bana tekrar sarılıp telefon numarasını bıraktıktan sonra geldiği gibi yine hızla karanlığın içinde kayboldu. 20 yıl sonra sadece 10 dakika görüşmüş ve sadece bir iki cümle ancak konuşabilmiştik.
Kafamda kalan boşlukları ise İbrahim Bey tamamladı. 6 ay önce bin bir macerayla Amerika’ya gelebildiğini, eşinin halen hapiste olduğunu, iki dünya güzel küçük kızının da baldızının yanında Türkiye’de bulunduğunu ve burada kendisi gibi arkadaşlarıyla bir evde kalıp hayata tutunmaya çalıştığını ve her gün kızlarından bahsettiğini…
Siparişlerimizi alıp otelimize doğru giderken hayatta hiçbir şeyin tesadüf olamayacağını ve bu karşılaşmadaki hikmeti anlamaya çalışıyordum. Cebri de olsa dünyanın her yerine adeta tohumlar gibi saçılan bu insanlar, tüm acı, ıstırap ve dertlerine rağmen kurulacak “yeni bir dünya”nın doğum sancılarını çekiyorlardı. Ve biliyorlardı ki doğum yakındı…
Not: Hikayedeki isimler değiştirilmiştir.
semihyilmaz@yepyeni.zamanaustralia.com