Şimdilerde pek ilgi görmese de bizler çocukluğumuzda, husûsen Ramazân ayında, televizyon başında gölge oyunu izlemeyi çok severdik.
Hacîvat ve Karagöz’ü hepimiz biliriz.
Kaba-saba bir adam ile naif bir Çelebi perdede konuşur, atışır, biz gülerdik.
Yapılan espriler Anadolu Zekâsı’nın ince ürünü olduğu için inceliklerini ancak Anadolu Halkı kavrayabilir.
Evet, maâlesef bu güzîde Osmanlı San’atı da yok olmak üzere.
Işığın bir nevi kan, can kazandırdığı “gölgelerin oyunu” herşey gibi teknolojiye mağlûb oldu, çizgi filmler, animasyonlar aldı yürüdü, geriye tatlı hatıralar kaldı.
Arkadan gelen ışığın, deriden yapılmış karakterlere vurması ile perdeye düşen gölgeler belkide eski televizyon ekranları ve daha nicesine ilhâm olmuştur.
Usta, ışık, karakterler, perdeye yansıyan oyun ve seyirciler, hayât sahnesi gibi…
Her oyun ve perdenin arkasında bir hakîkât saklı.
Âcizâne bu temsîlin hakîkâtini şöyle dile getirebiliriz ;
Usta ; Herşeye hâkim, gücü herşeye yeten, külli irâdesiyle Rabbimiz.
Işık ; Semâvî dinlerin Kitâb ve Peygamberleri.
Karakterler ; Perdede görünen ve oturup izleyen insanlar ki gerçekte kukla değillerdir, cüz’i irâdeleri ile her yaptıklarından mes’uldürler ve hesâb verirler.
Perde ; İmtihân meydanı şu dünyâ ve yaşanan hayattır…
Sizler bunlara çok şey ekleyip çıkarabilirsiniz akıl, irâde, şuûr ve hayâl dünyânızda alabildiğine ufkunuzun genişliği ile temsîlin hakîkâtini büyütebilirsiniz fakat makâlemin izni bu kadar…
Benim derdim karıştırılan gölgeler ve hakîkâtler…
Bazan gölgelere takılıp kalıyor ve her şeyi onların adesesiyle, ölçüsüyle ölçüyoruz.
Halbuki ustayı ve ışığı, karakterlere ait gölgeler, yansımalar ile ölçemezsiniz.
Sonsuzluğu kırk-elli santimlik bir cetvelle ölçmeye çalışmak ne kadar muhâl ise hakîkâtleri gölgeleri ile, hattâ gölgelerinin yansımaları ile ölçmekte o kadar boş.
Emelim son zamanlarda şâhit olduğum, kendimce problem addettiğim bir husûsu sizlerle paylaşmak, dikkât çekmek.
Malûm-u âliniz bizler insanız, insan hatâdan hâli değildir, ak-pak, tertemiz olması hem sırr-ı imtihâna hem yaradılışına münâfîdir.
“Beşer şaşar, düşer” ne kadar büyük bir gerçek.
Peki irâdesi ile hatâ eden insanın yaptıklarının mes’ulü kimdir ?
Rabbimiz ?
Kur’an ?
Peygamberler ?
Din ?
Hangisi ?
Yâhut insanın bizzât kendisi mi ?
Kim ?
Üstâd Bedîüzzamân’ın yaklaşımıyla “Allâh kaderi yaratmıştır ki insan kendisini fiilinin hâlıkı görmesin ve insana cüz-i irâdeyi vermiştir ki fiilinden mes’ul olduğunu unutmasın”
Evet, her insan dünyevî ve uhrevî yaptıklarından sorumludur.
O halde orta yerde bir problem varsa öncelikle sorgulanması gereken insandır…
İnsanın hatâsından ötürü hâşâ var, bir olduğunu bildiğiniz Allâh’ı sorgulayamazsınız.
Varlığına şahâdet ettiğiniz Allâh’ın gönderdiği, ikmâl ve itmâm ettiği Dîn’i, Kitâb’ı, seçtiği üstün vasıflı insanlar, Peygamberler’i suçlayamazsınız.
Eğer O (sav), hâşâ İslâm’ı uydurmuş olsaydı, beşer ürünü bir sistemi (dogma) sâlik ve tâbilerinin yaptığı hatâlardan ötürü müteselsil olarak berâberce mes’ul tutabilir, suçlayabilirdiniz.
İslâm bir dogma değildir, Efendimiz (sav) herhangi biri değildir.
Şu halde oturup gölgeleri, tâbileri, sâlikleri yani insanı masaya koymalıyız…
Nasılki Tıp tecrübelerle gelişmiş, geliştirilmiş insanlığın faidesine sunulmuş değerler bütünü, sağlığımız için çok önemli bir ilimdir, ki Komünizm gibi dogma değildir…
Tıbbî kâidelere, hijyene dikkât etmeyen insan hastalanınca tıbbı suçlamazsınız aynen öyle de tıptan çok üst değerler manzûmesi ilâhi mahrecli İslâm’ı hatâ eden tâbilerinden ötürü suçlayamazsınız.
Şöyle bir problem görüyorum ; Maâlesef bâzıları,
– İslâm ile tâbilerini
– Kur’an ahkâmı ile yaşanan garip ve ne idüğü belirsiz hayâtı
– İslâm Ahlâkı ile örf ve âdeti
önce karıştırarak sonra birbirleriyle tam örtüştürüp devâmında “olumsuz örnekler” üzerinden olumlu “kudsî” olguları eleştiriyor.
Meselâ örf, adet ve kültürü ile mâlul kaba-saba bir insanın gabîliğinin suçlusu söylenen ölçüsüz lâflarla birde bakıyorsunuz İslâm oluvermiş.
İslâmı doğru bilmediğinden yâhut bilse bile nefsi ile tevil ettiğinden hatâ eden zâtın faturası güzelim dînimize kesilmiş.
Çünkü söze uygunsuz bir genelleme ile başlanıyor, Müslümanlar…
Müslümanlar şöyle, Müslümanlar böyle.
Hâyır Müslümanlar değil bâzı “insanlar” şöyle yada böyle…
Her insan kendi nefis, ene, şahsiyet, kâbiliyet ve anlayışı ile hayâtını yaşıyor.
Bu insâni münâsebetlerinde, okulunda, işinde, âilesinde ve dîninde heryerde böyle.
Trafiğin kural ve kaidelerine uymayan insandan ötürü trafiği suçlamayanlar, İslâmın emir ve yasaklarına tam uymayan şahıslar yüzünden tez elden, bir anda nasıl “Müslümanlar” diyerek İslâm’ı suçluyorlar hayret ediyorum…
Suçlu varsa insandır, din değil, Peygamberler değil, Kur’an değil, hâşâ Allâh hiç değil.
Bu söylediklerimi inanan, “inanıyorum” diyenler için söylüyorum.
Söz konusu inanmayanlar olunca ilmî, kelâmi yada felsefî çok şey konuşabiliriz.
Üzülerek ifâde ediyorum ki birileri bilerek yada bilmeyerek öyle aşkın lâflar ediyorki geçekten şaşıyorum…
Allâh korusun söylenen söz Elfâz-ı Küfür olabilir diye ben korkuyorum, ulu orta konuşan tınmıyor bile…
Kimileri de mes’eleye şartlı bakıyor yahut şartlı bakanların şartlarıyla şartlanarak bakıyor.
Oluşan ön yargı bizide fikirlerimizide olumsuzluğa mahkum ediyor.
Birde sosyal medyada popülarite kazanmak için lâf ebeliği ile cerbeze yapanlar varki sorma gitsin.
Üç kuruşluk dünyâ için bilerek âhiretini kaybedecek diye benim ödüm patlıyor.
Din, üzerinde çok kolay konuşulabilecek bir konu değildir, Allâh korusun insanın âhireti bir anda sıkıntıya düşüverir…
Yazıp, söylediğmiz herşeyde mes’ul olduğumuz bilinci ile hareket etmeliyiz.
Başkalarının itikâdi, fikrî, amelî inhiraflarını hakikatlere tahvil ile suçlamak, genellemek yerine problemlere çözüm bulmalıyız.
İşin bir diğer tarafı kişi kâinata kendi âyinesiyle baktığı için gördüğü boşluk, kayma ve problemler kendisini ile direkt alakadardır.
Derler ya “Dervişin fikri neyse zikri de odur” gördüğü de, konuştuğu da odur.
Kendi nefsî, fikrî, ilmî, itikâdi yada amelî kaymalarımız varsa kendimize ortak aramamalıyız.
Hele hele popülarite ve geçim için boyumuzu aşan tavır ve sözlere aslâ girmemeliyiz.
Menfi yönlendirme ve genellemelerden vazgeçmeliyiz.
Bilirsiniz, İrşâd tebliğin Müslümanlar’a bakan yönüdür, eğer her Müslüman mükemmel olsaydı irşâda lüzum kalmazdı.
Lütfen her şeyde “Müslümanlar, Müslümanlar” demekten vazgeçip insana odaklanalım.
Lütfen hakikatleri gölgeleriyle, gölgelerin yansımalarıyla ölçmeyelim.
Hakikati gölgesiyle ölçmeye çalışmak hakikate karşı hürmetsizliktir.
Bizler kaybetmek istemiyoruz, kimsenin kaybetmesinide istemiyoruz…
mansurturgut@yepyeni.zamanaustralia.com