HARUN TOKAK-TR724.COM
Gece sabaha yürüyor. Odamda bir başımayım. Sessizlik gittikçe derinleşiyor. Telefonuma düşen “tık” sesi yüreğime bir kor gibi iniyor.
“Ali Bayram Hoca vefat etti.”
O “tık” sesi bir anda tipiye dönüşüyor. Titremeye başlıyorum. Bir dağ başında uçurumların kıyısında titreyen bir acı çiçeğine dönüyorum. Nice ölüm haberleri almıştım ama hiç bu kadar yıkıldığımı, savrulduğumu, tipiye tutulduğumu hatırlamıyorum
O bahar yüzlüydü. O açık sözlüydü. Çok güzel evlatlar yetiştirmişti. Damatları sevilen ve seçkin insanlar…
Ama bütün dünya çocuklarının babasıydı. O bir baba adamdı.
Bir yangın yeri yüreğinden her dem ayrı bir bahar yükselirdi. Yüreğinin yangınları ile yürürdü yarınlara. Ateşte açan bir gül gibiydi.
Güzel bir insandı. Birkaç tane dili anadili gibi konuşurdu. Gittiği her ülkenin devlet başkanları ve halkıyla kısa sürede kırk yıllık dost olurdu.
Sevecen, nüktedan bir insandı. Girdiği her meclise mutluluk peşinden gelirdi. Dost canlısı bir insandı.
Gönlü genişti, cömertti.
Bir barış adamıydı. İşlerini sulhla çözmeyi severdi. İnisiyatif almaktan korkmazdı.
Zekiydi. Çalışkandı, cesurdu, idealistti. Mertti.
Gürül gürül akan bir çeşme başını bekleyen bir ulu çınar gibiydi.
Hayli zamandır Yusufların ülkesi Kahire’de, nazlı nazlı akan Nil kıyılarında ağır aksak dolaşıyordu. Bu sene teravihi Kazak ve Azeri öğrencileri ile kılmıştı.
Zaman zaman görüşüyorduk. Ta oralardan takılırdı bana ve eşime.
“Abla köyden gelenlerden bize de gönder, gurbette garibiz buralarda.”
“Köy mü kaldı Ali Ağabey!”
Hayalim yıllar öncesine, bir Bakü akşamına gidiyor.
Hazar’ın kıyılarında onunla birlikteyiz.
Denizden gelen tatlı ve ıslak bir esintiye bırakmışız kendimizi.
Bakü’nün en hüzünlü mekânı olan Şehitler Hıyabanı’nı yangın yerine döndüren güneş, alev püsküren ciğerlerine yanık karanfil kokuları çekerek batıyor.
Hazar’ın kurşunî sularına akşamın melali çöküyor.
Rüzgâr, Şehitler Hıyabanı’ndan yanık karanfil kokuları taşıyor yüreğimize.
1990’ın 20 Ocak gecesini konuşuyoruz.
İçimizin kan ağladığı, tankların özgürlüğe yürüyen insanları asfaltlara yapıştırdığı, feryatların arşa ulaştığı kanlı geceyi…
Gündüzünde, katledilen şehitlerini kucaklarına alarak yüz binlerin, Azadlık Meydanı’na koştukları günler.
Boşuna değildi her bir karanfilden yanık kokusunun gelmesi.
Anadolu o günlerde büyük bir göz olmuş Azeri kardeşleri için ağlıyordu. Ama yapılan yardımları ulaştıracak bir hattımız bile yoktu.
O acılı günlerde, Fethullah Gülen Hocaefendi katliamı kürsüden anlatırken bayılmıştı. Sevenleri, korku ve şaşkınlıkla “Hocaefendi öldü … Hocaefendi öldü!” diyerek başına üşüşmüşlerdi.
Acılardan yontulmuş nurani bir heykel gibi kürsüde uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra, kendine geldiğinde; “Korkmayın ben bu kürsülerde ölecek kadar şanslı değilim.” demişti.
O günlerde kardeşlerinin yardımına yine Anadolu’nun fedakâr insanı koşmuştu.
Bir Hazar akşamında Hasret Köprüsü’nün nasıl umutla örüldüğünü anlatıyor…
“1990 yılıydı…
Azeri kardeşlerimizin ne kadar zor durumda olduklarını televizyon ve gazetelerden takip ediyorduk. Durum dehşet vericiydi. İçimiz kan ağlıyordu. Azerbaycan’da ve Nahcivan’ da ilaç ve yiyecek sıkıntısı had safhadaydı. Yardım çığlıkları geliyordu.
Ben o zaman Zaman Gazetesi’nin Doğu Anadolu temsilcisiydim. Erzurum’un fedakâr işadamlarıyla bir araya geldik. Duygu dolu bir toplantı oldu. Her zaman olduğu gibi Anadolu insanı yine coşmuştu. Her fedakârlığa hazırdılar. Beni de temsilci seçtiler. Önce dönemin Nahcivan Başbakanı İbrahim Bican Bey’le irtibata geçtim. Başbakan, ‘Bunu telefonda halletmek zor görünüyor, ben durumu Haydar Aliyev Cenaplarına da anlattım, onun da kanaati sizin Aralık sınırına gelmeniz ve orada bu konuyu konuşmamız.’ dedi.
‘Varılmaz yol değil, nice hardasın?
Ben burada, sen ise aha şuradasın.
Bilirim bu sıra sen de dardasın.’ diyerek, düştüm yola.
Aralık sınırına vardığımda, Başbakanla beraber, çoğu kabine üyesi 10 kişilik heyet, Nahcivan tarafındaki Dil İskelesi’nde beni bekliyordu. Ben küçük bir kayıkla Aras’ın öte yakasına geçtim.
İbrahim Bey ve heyetle kucaklaştık.
Seneler önce Ağrı Dağı’nın eteklerinde güneşin doğuşunu seyrederken, acaba bir gün şu huduttan Asya kıtasına geçmek ve Azeri kardeşlerimize kavuşmak nasip olur mu, diye düşünürdüm. Düşlerim gerçek olmuştu.
O tarihi görüşmeyi nehrin kıyısında gerçekleştirdik. Sayın Başbakan’a ve beraberindeki heyete;
“Efendim, Anadolu koca bir göz olmuş sizin için ağlıyor. Neler yapabileceklerini soruyorlar. Beni de temsilci seçtiler. Nelere ihtiyacınız varsa lütfen bize bildirin. Ben, Fethullah Gülen Hocaefendi’yle de konuştum.
Bana; ‘Ali Bey! Kardeşlerimiz için elimizden ne geliyorsa yapalım!’ dedi, dedim.”
Heyet çok duygulandı.
Uzunca bir ihtiyaç listesi çıkarttık. Liste de yok yoktu. Yardımların taşınması için de nehrin en dar yerine bir köprü inşa edilmesine karar verildi.
Adı da “Hasret Köprüsü” olacaktı.
Ertesi gün gazetede konuyla ilgili bir makale yazdım.
Bütün Anadolu harekete geçti.
Anadolu insanı her zamanki gibi coşmuştu, yardım konvoyları sıra sıra yollara dizildi.
Köprünün yapımı tamamlandığında konvoylar da Aralık sınırına dayanmışlardı.
Açılışa Rahmetli Aliyev de geldi.
Çok sevinçliydi. İki kardeş halk, iki uçta kucaklaşmak için hasret ve heyecanla bekleşiyorlardı.
Aliyev’le köprünün tam ortasında buluşarak yeniden kucaklaştık ve köprünün ortasına bağlanan kurdeleyi birlikte kestik. Böylece yıllarca kapalı olan sınır aralanmış, kardeşlik köprüleri yeniden kurulmuştu.
Kurdelenin kesilmesiyle birlikte insanlar köprüye hücum ettiler.
Köprü sallanmaya başladı. Hatta birkaç tahtası kırıldı ve Aras Nehri’nin azgın akan sularına düştü. Biz o boşluklardan suya düşmemek için Aliyev’le birbirimize sarıldığımızda Aliyev’in söylediği sözleri hiç unutamıyorum.
“Ali Bayram, endişe etme, ikimiz bu iki milletin kavuşması için gösterdiğimiz çabadan dolayı düşersek de düşelim. İki halkın dostluğuna, hasretinin bitmesine, iki Ali feda olsun!”
Salimen Türkiye tarafına geçtik.
Aliyev, İlk defa Anadolu toprağına ayak basıyordu. Hasretle öptü ve kokladı, Anadolu toprağını. Onun ardından halk hücum etti. Asker süngüyü uzattı. Etten duvar ördü. Aliyev, “Biz yetmiş yıldan beri bu süngüyle mücadele ettik. Şimdi de kardeş süngüsü Anadolu toprağını öpmemize engel oluyor, bırakın insanlar öpsünler!” dedi. Asker çekildi. Köprüden geçen toprağı kokladı, öptü, göz yaşı döktü.
Bir müddet sonra vedalaştık. Aliyev, tekrar o Hasret Köprüsü’nden geldiği heyetle birlikte döndü ve gitti. Yardım konvoyları da birer ikişer geçmeye başladı.
“Hasretim, yetmiş yıl geçti aradan
Hasretim, bu sabır sanma sıradan
Hasretim, bir ışık parlar buradan
Düş değil, erilir Hasret Köprüsü.”
İşte o gün açılan Hasret Köprüsü’nden önce yardım konvoyları, ardından “Önden Giden Atlılar” geçtiler. Mehlika Sultan’a aşık gençler gibi koştular Kaf Dağlarına doğru. Okullar açtılar, üniversiteler kurdular. Kalıcı kardeşlik köprüleri oluşturdular.
Hazar’ın kurşuni sularına akşamın melali çöküyor.
Bakü’nün en hüzünlü mekânı olan Şehitler Hıyabanı’nı yangın yerine döndüren güneş, alev püsküren ciğerlerine yanık karanfil kokuları çekerek, gidiyor.
Hazar’ın serin suları önce kararıyor, sonra da mehtabın aydınlığında salınmaya başlıyor.
Uzaklardan, Şehitler Hıyabanı’nın yanık karanfil kokuları doluyor yüreğimize.
Gökten sarkıtılmış yedi kandilli Süreyya gibi yanan meşalenin etrafını sarıyor şehitlerin ruhları.
Ali Bayram Bey ve yanımızdaki Işık Süvarileri ile bir Anadolu’ya, bir Bakü’ye bakıyoruz.
“Aynı iklim, aynı toprak, aynı kan,
Aynı türkü kulaklara yayılan.
Burası Kars, Iğdır. O yan Nahcivan,
Umutla örülür Hasret Köprüsü.”
Ve hasret köprüleri bir bir geçilir. Sert toynak sesleri, küheylan kişnemeleri duyulur Asya bozkırlarında.
Bunlar, Önden Giden Atlılar’dır.
“Gideriz nur yolu izde gideriz
Taş bağırda sular dizde gideriz”
Soylu ve sevdalı steplere salarlar kendilerini.
Ve bir bahar rüzgârı gibi koşarlar Asya’nın ay ışığı vurmuş bozkırlarına.
Yıllarca yağan sağanaklar, sert esen fırtınalar hırpalamıştır Asya’yı.
Ölen kış, son tipilerini savurmaktadır.
Gayri o da hep yollardadır.
Adapazarı’ndan, Erzurum’a, Erzurum’dan Azerbaycan’a Azerbaycan’dan Kazakistan’a hasret köprüleri kurar.
Karanlık bozkırlara şafak ferahlığı gibi doğar.
İşler sarpa sardığında seccadesine sarılır. Geceler boyunca ağlar, sızlar. Ev arkadaşları onun ağlamalarını dinlerler odasının kapısında. İlk zamanlar Kazakistan Maarif Bakanlığı’ndan günlerce randevu alamayınca “Galiba olmayacak bu iş. Kapılar açılmıyor.’’ diyerek geceler boyunca ağlayışları Tanrı Dağları’nı titretir.
Geceleri delik deşiktir. Uyku tutmaz gözleri, geceleri gezinir durur koridorlarda.
“Sabah olur akşam olur ağlarım
Nerde benim Ural Altay dağlarım”
Ne sabah akşam kapıları aşındırmalar ne de ağlamalar…
Bir türlü açılmaz kapılar.
“Arkadaşlar yarın gidiyoruz kapılar sürmeli bize.”
O gece en sevdiği nur yüzlü insan seslenir kendisine, “Bu insanlar tam bir asırdır sizi bekliyorlar.”
O günden sonra bir bir açılır kapılar.
Yıldız yıldız saçılır bozkıra okullar.
Şehirler adeta birbirine seslenir.
Çocuk cıvıltıları ile şenlenir şehirler.
Kazakistan’dan ayrılmak zorunda kalması dokunmuştu yüreğine.
Kazak dostlarını ve bozkırlarını hiç ama hiç unutamadı.
O günden sonra eski görkemli günlerine bir türlü geri dönemedi.
Nice zamandır yüreği yorgundu.
Adımları ağırdı.
Anlaşılan son süreçte yaşadıklarına kalbi daha fazla dayanamadı.
1999’da Mısır’a gittiğinde çok uzak demelerine rağmen ısrarla Zahidü’l Kevserî ve Mustafa Sabri’nin kabirlerini ziyaret etmişti. Şimdi onlara komşu oldu.
Coşkun akan nehir yatağına çekildi.
Rüyalar yetim kaldı.
Gece sabaha yürüyor.
Odamda bir başımayım. Sessizlik gittikçe derinleşiyor. Telefonuma düşen “tık” sesi odanın her yerinden duyuluyor.
“Ali Bayram Hoca vefat etti.”
Sürgün yaşadı, sürgünde vefat etti, sürgün alimlerin safında yerini aldı.
Hasret köprüleri kuran mimar, mekânın cennet olsun.